Ana içeriğe atla

Reaper and the Net

Öğleye doğru uyandığında yataktan kalkmayıp 5 dakika boyunca boş gözlerle tavanı izlemişti. Bir ölü gibi yatıyor bir yandan da “Ne gerek var ki yaşamaya” diyordu. Nasıl olsa yaşamı tek düze bir şekilde ilerliyordu, sokaktaki hayat hep aynı idi. Her şey tiyatroda sahnelenen bir oyundu onun için. Eli başucunda duran telefona gitti. Telefonunun tarayıcısından twitterı açtı, sayfasına girdi. Takipçisi olduğu hesapların yazdıklarını okudu. Sonra gözüne bir mesaj takıldı, biri aynı kendisi gibi düşünüyordu: “Ne gerek var ki yaşamaya, 27 yaşında ölüp gitsem ya”. “İşte” dedi “herkes bir gün ölmeyi düşünecek ve isteyecek”. Sonra da iç sıkıntısı ile mesajı retweet etti. Bir iki dakika daha yattıktan sonra telefonu bırakıp da kalkmaya çalışırken bulunduğu yuvadan uçmaya çalışan yavru kuşun uçamayıp da çaresizce yuvasından düşmesi gibi kafa üstü yatağından düştü. İlk şoku atlattıktan sonra düştüğü yerde oturdu. Sakarlığına katıla katıla gülerken aklına bir fikir geldi: Her zaman yaptığı gibi bütün gün İzmir sokaklarını arşınlayıp gördüğü her şeyi twitterdan yayınlayacaktı. Nasıl olsa işi ve gitmesi gereken bir okulu yoktu. Hayatın içinden canlı yayında olacaktı. Sonrasında da uzun zaman önce açmasına rağmen kayda değer bir giriş yapmadığı blogunda twitterda yayınladığı mesajları kısa hikâyelere çevirecekti. Blogunun adını da değiştirecekti: “Hayatın İçinden Canlı Yayın”. Kahvaltıdan bozma öğle yemeğini yedikten sonra yola çıkarken “düşelim bakalım şu hayat denilen feleğin bizler için ördüğü yola” dedi. Bakalım feleğimiz neler yapıp neler ediyor, savulun Teoman geliyor...

Mp3 playerdan gelen her nota ve attığım her adım ruhumu ilkbahar yağmurunda yıkanan sokaklara çeviriyor ve arındırıyordu. Yavaş yavaş yürüyerek İnönü Caddesine yöneldim amacım Güzelyalı’ya doğru inmekti. Kırmızı ışıkta beklerken ilk mesajımı gönderdim:

“Açın İzmir’in önünü metro bitecek… Sorum var size: Expo’yu alsa idik acaba onun yatırımlarını da metro gibi engeller miydiniz?”

Yayalara yeşilin yanmasıyla beraber tam adımımı atmaya hazırlanıyordum ki hayvan kökenini unutmayan bir sürücü yolun karşısına geçen yayaların arasına daldı. Yayalar aralarına dalan araçtan kendilerini kurtardılar ama bu kurtarma maalesef ki yolun karşısına geçmeye çalışan bisikletli kurye için söz konusu değil. Kuryeye çarptı ve kaçtı. Görebildiğim kadarı ile kurye bu kazayı bir kol kırığı ile atlattı. Umarım iç kanaması yoktur. Bu şekilde ikinci mesajımın kaynağı da çıkmış oldu:

“Kırmızı Corsa, plakası 35 WHF 903 ve yer İnönü Caddesi. Suçu ise kırmızı ışıkta durmamak. Bir bisikletliye çarptı ve kaçtı.”

Olayın şokunu atlattıktan sonra yokuş aşağıya doğru yoluma devam ettim. Ara sokaklardan geçerek rotamı Uşakızâde Latife Hanım Köşkünün oraya çevirdim. Amacım köşkün karşısında bulunan küçük caminin içerisinde bulunduğu parkta oturmak; az önce gördüğüm çarpışma sahnesinin etkisini hem de yorgunluğumu atmak idi. Bu camiyi bulunduğu mevki itibarıyla çok seviyorum çünkü cennet benzeri bir parkın ortasında yeşillikler içerisinde. Bir benzeri de Bornova’da bulunmakta. Neyse burada bulunmanın etkisi mi (bir ibadethanenin gölgesinde bulunmak) bilmiyorum ama buraya geldiğim her zaman hem yorgunluğum yok oluyor hem de üzerimde bulunan negatif enerji bedenimden akıp gidiyor. Bir süre oturduktan sonra dosdoğru sahil yoluna çıkıyorum. Yine trafik ışıkları ve yine bekliyorum. Ne oluyorsa o arada oluyor. Bize yanan yeşil ışık nedeni ile duran bir araca konak yönünden gelen ve çivit mavisi renkte bir BMW K 1200 S kullanan bir sürücü hızını alamayarak kafadan bindiriyor. Her şey bir anda olup bitiyor. Motosikletin kopup gelmesi, acı bir fren sıkması, frenlerinin tutmaması neticesinde motorun sağa sola yalpalaması, tekerleklerin yolla temasını kaybedip uçarak karşı şeride geçmesi ve araca kafadan bindirmesi. Sürücü çarpmanın şiddeti ile aracın ön camının tavanı ile birleştiği bölüme çarparak otomobilin üzerinden uçuyor ve arkasına boyun üstü düşüyor. Kaskı ve vücudu paramparça oluyor. Kırılan kemikleri hem kollarından hem de bacaklarından dışarı fırlıyor. Ortalık kan gölüne dönüyor. Araçta da durum farklı değil. Çarpmanın etkisi ile motordan fırlayan parçalar otomobili kullanan sürücünün göğsüne saplanmış durumda. Arabanın içinde de dışında olduğu gibi bir kan gölü var. Sürücü ağır yaralı, motosikleti kullanan ise ölü. Donup kalıyorum kıpırdayamıyorum. Ne olur diyorum ne olur bu bir rüya olsun. O an bir el omzuma dokunuyor. Parmakları mengene kadar kuvvetli ve bu sıcakta buz kadar soğuk. Arkamı dönüyorum hayatımda duyduğum en soğuk, en ifadesiz ses benzerine daha önce rastlamadığım kadar kötü nefesini dişlerinin arasından serbest bırakarak direkt suratıma üfleyip “Tüm bu gördüklerin, bu olayların hepsi daha başlangıç” diyor…

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

BİR GÖLGE OLSANIZ; NEYİN GÖLGESİ OLUR, NEYİN ÜZERİNE DÜŞMEK İSTERDİNİZ?

Sorduğum tek soru bu idi. Binlerce kilometre, onlarca yıl sonra vardığımız gezegende karşılaştığımız yaşam formundan dudakları aralanmadan aldığım cevap: Kişisel olacak söylediklerim ve hatta hiç değerlendirmeye bile almayacaksınız diyeceklerimi. olmuş devamında da bende şok etkisi yaratan bir diyaloğa girmiştik bizden görünüş itibarı ile bir farkı olmayan aksine dünyanın kavurucu iklimine karşı oluşturmaya çabaladığımız korunaklı herhangi bir şehrinde kalabalığın arasına çok kolay karışabilecek görünüşe sahip yaşam formu ile. –konuşmayı yazıya dökerken kendime not> yaşam formu yerine bundan sonra Evrenin Bilinci demem daha doğru olacak sanırım.      Sizler, o mavi gezegende yaşayan akıllı varlıklar ki bazı hayvan formları siz insanoğlunun kimi örneklerinden daha akıllı durmaktalar; “ Dünya ” adını verdiğiniz o güzel gezegeni hak ettiğinizi düşünüyor musunuz? Kendisine yaptığınız tüm işkenceye rağmen halen daha size barınak olan Dünyayı hak edecek neler yapıyorsunuz?

Devil Cry

Dilim damağıma yapışmış bir halde uyanıyorum. Dışarısı aydınlık, gözüm saate takılıyor her zamanki gibi akreple yelkovan hareketsizler. Yataktan kalkıyorum aynanın önüne geçiyorum suretim bana ait değil. Pencereden bakıyorum tüm hayat olanca hızıyla devam ediyor. Öğrenciler okullarında, ebeveynleri evlerinde ya da işyerlerinde. Aşıklar parklarda, sahil boylarında veya bir sinemanın salonunda dışarıdaki boğucu havadan uzakta. Herkes, her şey tüm kâinat olması gerektiği yerde; ben hariç. Zihnim dalıp gidiyor, bu gezegene sürüldüğüm zamana. Oysa o zamana kadar ne kadar da kudretli idim. Ta ki O âdemoğlunu yaratana kadar…   Daha dün gibi; dünya denilen gezegen yaratılmış, yaşam tüm canlılığıyla çağlayan misali bu yeni gezegende çağıldıyorlardı. Bizler istediğimiz gibi cennetin küçük kopyası olan bu gezegene gelebiliyorduk. Sadece dilememiz yeterli oluyordu. İnsan denilen bir tür daha yaratılmıştı ama bizden farklı olduğu için cennette O’nun yakınında ve gözetiminde tutuluyorlardı. Bizleri

Kazanımlar kayıplara meydan vermemelidir

Belirsiz bir zaman dilimi. Ülke: Türkiye, Yer: Eski başkent Ankara’da bir tv kanalı ve o kanalda yayınlanan ve “enva-i akval” isimli bir tartışma programı. Konuklar: Harem ve selamlık düzende oturan insanlar ve rejimi onların yıkıcı hareketlerinden, fikirlerinden korumak amacıyla kurulmuş kolluk kuvvetleri. Programın sunumunu ve konukların yargılamasını ekranların en popüler siması abdûlmuttalîp hoca efendi (!) yapmakta. Abdûlmuttalîp hoca efendi aynı zamanda sık sık ağlamasıyla da meşhur bir zat. Peki, neler dile getirilmekte programda? Konuşulanlara kulak verelim isterseniz: — Günahkârların yıkılmamış son eserlerini yıkmak amacı ile ekibimle beraber kafirtepede dolanırken o uğursuz mekâna girdiğimi hatırlıyorum. Bunu neden yaptığımı bilemiyorum neticede bu işi yapabilecek robot srn6 varken hem kendimi hem de ekibimi tehlikeye atıyordum. Kafam karışık bir halde bende mi bir gariplik var yoksa bulunduğum yerde mi karar vermek zor diye dolanırken anlatacağım olaylar meydana geldi. As