Sadece vakitsiz kayıpların önüne geçmeyi bilen biri iken nasıl bu hale gelebildim ki? Sevdikleri ellerinden kayıp gitmesin diye iyileştirdiğim onca insan benim bu halde olduğumu; burada, cehennemde dünyanın ve insanlığın yaratılışından önce var olan bir melek eskisi ile oturmuş bir şekilde tanrının sonunu planladığımı öğrenselerdi ne olurdu?
Şeytan bana ne yapacağımızı daha doğrusu planlarını anlatırken düşüncelere dalmıştım. Bir yandan hem geçmişi düşünüyor hem de beynimin arka odasında çınlayan şarkının sözlerini içinde olduğum duruma adapte ediyordum. Sonuç ise halimin yansıması idi sanki: Sonsuzun benimle bir savaşı var; sonsuz merhamet etmeyecek bana biliyorum, sürmeyecek seninle zamanım sonsuza kadar…
Sonsuz… Ne garip değil mi? Önce ölümlü olarak doğuyorsun, insanlara verilmeyen bir yetenek bahşediliyor ve şifacı oluyorsun. Peki sonra? Sonrasında ise insanları iyileştiriyorsun ve gün geliyor seçilmiş insanlıktan tanrının taşeronluğuna terfi ediyorsun. Ödülü ise sonsuzluk oluyor. Aslında alışkınsın taşeronluğa: Şeytanın da taşeronusun aynı zamanda. Ve her iki tarafta bu durumu biliyor. Sıkışıyorsun insanlığında, bedenin eskiye özlem duyarken elinden bir şey gelmiyor… Tüm yaptığım ise kendimden kendime 2. tekil cümleleri kullanarak bahsetmek.
Birden bir el beni bulunduğum yerden çekiyor ya da ben öyle zannediyorum. Gözlerim kararıyor; sonrasını, o karanlık anda neler olduğunu bilmiyorum. Bildiğim tek şey son sürat hastane odasında yaşam destek ünitesi denen o soğuk makinelere bağlı olan bedenime çekildiğim. Gözlerimi açıyorum tanıdık bir yüzle karşılaşıyorum, beni otopsi masasından kaldıran, bana ikinci yaşamımı; olmasını, yaşamayı istemediğim o kahrolasıca hayatı bana veren o doktoru görüyorum ve… (Sonrası buz kadar soğuk bir karanlık.)
Mecîd'den aldığım emirle Müntakim’i cehennemden çekip çıkarmıştım. Bir anlık bile orada olmak, ademoğlunun halini görmek… İnsanlar tüm uyarılara rağmen neden hâlâ ihanete devam edebiliyorlardı ki? Ve sen Timur Bey yol göstericilere bile bahşedilmeyen bir özelliğe sahipken neden hâlâ hıyanete devam edersin ki? Her ne kadar durumun yaradılışından kaynaklansa da; her neyse, şimdi iş zamanı…(Sessizlik)
Mikail’in cehenneme inip Timur’un ruhu ile dünyaya dönmesi göz kırpmasından daha kısa bir anda gerçekleşmişti. Ruh, Mikail’in ellerinde iken yeni doğan bir kedi gibiydi. Annesini arayan gözleri kapalı bir yavruydu adeta; pusmuş, ürkek ve titrek... Yoğun bakımdakilerin kaldığı bölümden gelen tiz çınlama ile bütün hastane ayağa kalkmıştı. 3 nolu odadaki hastanın kalbi durmuş ve kapı nedeni anlaşılmayan bir şekilde kilitlenmişti. Bu garip duruma eşlik eder bir şekilde ise içeriden gelen garip sesler vardı ve kapının altından turkuaz renkli bir ışık sızmaktaydı. Ve ışık nerede ise tüm hastaneye yayılmaya başlamıştı. (Çaresizlik)
Gözlerimi açtığımda bir bıçak bedenime giriyordu. Garip bir şekilde ne acı duyuyordum Ne de ortada bir damlada olsa bile kan vardı. Bıçağı tutan ise her zaman omzumuzda duran Ölüm Meleğinden başkası değildi. O’na engel olmak için ellerimi hareket ettirmeye çabalıyordum. Fakat çabam yetersizdi. Tüm bedenimi saran bir ışık vardı. Ve o ışık bana çok tanıdık geliyordu. Son bir hamle yaptığımda ışık kulağıma bir ses fısıldamış ben de karşı gelmekten vazgeçmiştim…(Teslimiyet)
Tamam, buraya kadar yeter! diye gürledi bir ses. Seste bir şey vardı: İlk duyulduğu anda korku salıyor sonrasında ise ana kucağı kadar sıcak, içten ve korumacı bir hâl alıyordu. Ruh, üfleneceği bedene gitmeden önce dünyadaki hayatı izlettirilmişti. Hayatının her saniyesini izlemiş ve nerede nasıl davranacağını görmüş ve yaradanın önünde secde etmişti. Mikail; ruh, yerleştirileceği bedene üflenmeden önce yanına gitmiş ve O’na en son hastane odasında söylediğini yinelemişti: Allah, hüküm verenlerin en üstünü değil midir? (Son)
Şeytan bana ne yapacağımızı daha doğrusu planlarını anlatırken düşüncelere dalmıştım. Bir yandan hem geçmişi düşünüyor hem de beynimin arka odasında çınlayan şarkının sözlerini içinde olduğum duruma adapte ediyordum. Sonuç ise halimin yansıması idi sanki: Sonsuzun benimle bir savaşı var; sonsuz merhamet etmeyecek bana biliyorum, sürmeyecek seninle zamanım sonsuza kadar…
Sonsuz… Ne garip değil mi? Önce ölümlü olarak doğuyorsun, insanlara verilmeyen bir yetenek bahşediliyor ve şifacı oluyorsun. Peki sonra? Sonrasında ise insanları iyileştiriyorsun ve gün geliyor seçilmiş insanlıktan tanrının taşeronluğuna terfi ediyorsun. Ödülü ise sonsuzluk oluyor. Aslında alışkınsın taşeronluğa: Şeytanın da taşeronusun aynı zamanda. Ve her iki tarafta bu durumu biliyor. Sıkışıyorsun insanlığında, bedenin eskiye özlem duyarken elinden bir şey gelmiyor… Tüm yaptığım ise kendimden kendime 2. tekil cümleleri kullanarak bahsetmek.
Birden bir el beni bulunduğum yerden çekiyor ya da ben öyle zannediyorum. Gözlerim kararıyor; sonrasını, o karanlık anda neler olduğunu bilmiyorum. Bildiğim tek şey son sürat hastane odasında yaşam destek ünitesi denen o soğuk makinelere bağlı olan bedenime çekildiğim. Gözlerimi açıyorum tanıdık bir yüzle karşılaşıyorum, beni otopsi masasından kaldıran, bana ikinci yaşamımı; olmasını, yaşamayı istemediğim o kahrolasıca hayatı bana veren o doktoru görüyorum ve… (Sonrası buz kadar soğuk bir karanlık.)
Mecîd'den aldığım emirle Müntakim’i cehennemden çekip çıkarmıştım. Bir anlık bile orada olmak, ademoğlunun halini görmek… İnsanlar tüm uyarılara rağmen neden hâlâ ihanete devam edebiliyorlardı ki? Ve sen Timur Bey yol göstericilere bile bahşedilmeyen bir özelliğe sahipken neden hâlâ hıyanete devam edersin ki? Her ne kadar durumun yaradılışından kaynaklansa da; her neyse, şimdi iş zamanı…(Sessizlik)
Mikail’in cehenneme inip Timur’un ruhu ile dünyaya dönmesi göz kırpmasından daha kısa bir anda gerçekleşmişti. Ruh, Mikail’in ellerinde iken yeni doğan bir kedi gibiydi. Annesini arayan gözleri kapalı bir yavruydu adeta; pusmuş, ürkek ve titrek... Yoğun bakımdakilerin kaldığı bölümden gelen tiz çınlama ile bütün hastane ayağa kalkmıştı. 3 nolu odadaki hastanın kalbi durmuş ve kapı nedeni anlaşılmayan bir şekilde kilitlenmişti. Bu garip duruma eşlik eder bir şekilde ise içeriden gelen garip sesler vardı ve kapının altından turkuaz renkli bir ışık sızmaktaydı. Ve ışık nerede ise tüm hastaneye yayılmaya başlamıştı. (Çaresizlik)
Gözlerimi açtığımda bir bıçak bedenime giriyordu. Garip bir şekilde ne acı duyuyordum Ne de ortada bir damlada olsa bile kan vardı. Bıçağı tutan ise her zaman omzumuzda duran Ölüm Meleğinden başkası değildi. O’na engel olmak için ellerimi hareket ettirmeye çabalıyordum. Fakat çabam yetersizdi. Tüm bedenimi saran bir ışık vardı. Ve o ışık bana çok tanıdık geliyordu. Son bir hamle yaptığımda ışık kulağıma bir ses fısıldamış ben de karşı gelmekten vazgeçmiştim…(Teslimiyet)
Tamam, buraya kadar yeter! diye gürledi bir ses. Seste bir şey vardı: İlk duyulduğu anda korku salıyor sonrasında ise ana kucağı kadar sıcak, içten ve korumacı bir hâl alıyordu. Ruh, üfleneceği bedene gitmeden önce dünyadaki hayatı izlettirilmişti. Hayatının her saniyesini izlemiş ve nerede nasıl davranacağını görmüş ve yaradanın önünde secde etmişti. Mikail; ruh, yerleştirileceği bedene üflenmeden önce yanına gitmiş ve O’na en son hastane odasında söylediğini yinelemişti: Allah, hüküm verenlerin en üstünü değil midir? (Son)
Yorumlar
Yorum Gönder