Ana içeriğe atla

Kazanımlar kayıplara meydan vermemelidir

Belirsiz bir zaman dilimi. Ülke: Türkiye, Yer: Eski başkent Ankara’da bir tv kanalı ve o kanalda yayınlanan ve “enva-i akval” isimli bir tartışma programı. Konuklar: Harem ve selamlık düzende oturan insanlar ve rejimi onların yıkıcı hareketlerinden, fikirlerinden korumak amacıyla kurulmuş kolluk kuvvetleri. Programın sunumunu ve konukların yargılamasını ekranların en popüler siması abdûlmuttalîp hoca efendi (!) yapmakta. Abdûlmuttalîp hoca efendi aynı zamanda sık sık ağlamasıyla da meşhur bir zat. Peki, neler dile getirilmekte programda? Konuşulanlara kulak verelim isterseniz:

Günahkârların yıkılmamış son eserlerini yıkmak amacı ile ekibimle beraber kafirtepede dolanırken o uğursuz mekâna girdiğimi hatırlıyorum. Bunu neden yaptığımı bilemiyorum neticede bu işi yapabilecek robot srn6 varken hem kendimi hem de ekibimi tehlikeye atıyordum. Kafam karışık bir halde bende mi bir gariplik var yoksa bulunduğum yerde mi karar vermek zor diye dolanırken anlatacağım olaylar meydana geldi. Aslına bakarsanız her şey biranda olup bitti. Kirpiklerim birbirine kavuşmadan bir ışık huzmesinde buldum kendimi.

Lütfen kızım söylediklerine dikkat et. Selamlığı galeyana sevk edici cümleler kurma. Hem kendi başını yakarsın hem de kanalın. İstirham ediyorum lütfen.

Peki, hoca efendi. Ne olur acemiliğime verin. Neyse, ortalık o kadar aydınlıktı ki mecburen gözlerimi kapatmak zorunda kaldım. Gözlerimi açtığımda ise hayatımda ilk kez duyduğum sesler sol arka çaprazımdan yaklaşmaya başlamıştı. Seslerin bende uyandırdığı etki bilindik olmasına rağmen ne olduğunu çözememiştim. Sanki kadim zamanlardan gelen bir dildi bu. Bilindik ama bir o kadar da uzak. Biraz kulak kesilince konuşulanın eskiden bu ülkede konuşulan ve halen daha yeraltında bulunan kendilerine devrimci diyen bölücülerin konuşmaya devam ettikleri İstanbul Türkçesi olduğunu anlamam uzun sürmedi. Ne kadar rejime sıkı sıkı bağlıysam da geçmişi öğrenmem işimin bir parçası. Ses alt katlardan geliyordu. Adımı sayıklayan ve beni yanına çağıran bir ses sürekli “Ümmü Gülsüm, çocuğum buraya gel, beni dinle, kendini ve ülkeni aydınlat ve sonra da bana doğru bildiklerini anlat. Uzun zaman oldu birileri ile konuşmayalı” diyordu. Temkinli adımlarla zeminden biraz yüksekte bulunan katafalka doğru gittim. Katafalkın arkasında onun mezarının olduğu bölüme inen ve zannımca geçmişteki savaşta kullanılan bomba ile açılmış bir deliğin başında durdum. Ortalık gündüz olmasına rağmen oradan gelen ışık ile apaydınlıktı. Aşağıya ip merdivenimi sarkıtıp yavaşça indiğimde ise kusuruma bakmayın ama cezamı çekmek adına söylüyorum hayatımda gördüğüm en aydınlık yüzlü insanı gördüm. Işığın içerisinde idi. Yüzünde tarifi imkânsız ölçüde sıcaklık barındıran bir gülümseme yer alıyordu. O’na karşı sistemli olarak yürüttüğümüz ve tüm kazanımlarını yerle bir ettiğimiz adam ışığın içerisinde vakur bir şekilde ayaktaydı. Dudakları oynamadan “hoş geldin çocuk” demişti. O anda bağırmak istedim ama dilim bağlanmıştı adeta. Sesim kısılmış, soluğum kesilmişti sanki. Bir iki yutkunmaya çalıştım kuruyan boğazımı ıslatabilmek adına ama olmadı. Birden sol elini kendinden ileriye doğru bir yeri işaretlercesine uzattı. Eliyle gösterdiği yerde kabirinin etrafındaki topraklardan birinden bir pınarın çağıldamaya başladığını gördüm.

Sana şahadet edecek birileri var mı evladım? 3 şahit bulman gerekli ki Mushaf üzerine yemin etmeden ben ve konuklarım sana inansın. Varsa belirt ve devam et.

Evet, var hoca efendi. Devamı ise şöyle efendim: Çekingen bir şekilde pınara doğru ilerledim ve o zamana kadar içtiğim sulardan daha leziz bir su içtim. Suyu içmemle beraber pınarın kaybolması bir oldu. Sonra da o topraklar hareket etmeye başladı. Bir kısmı yere ülkemizin haritasını çizdi. Daha doğrusu bölünmeden önceki haritayı oluşturdu. Kalan kısmıysa ömrümde gördüğüm en güzel ve rahat koltuğu oluşturdu. Oturdum. O ise hep okuduğumuz o kitaplarda yazılanlar gibi anlatmaya başladı. İlk kuşak padişahların yaptığı hataları, verdiği kararları, katlanmak zorunda olduğu kayıpları, her şeyi anlattı. Ve şu sözleri size hatırlatmamı istedi:


Bu memleket, dünyanın beklemediği, asla ümit etmediği bir müstesna mevcudiyetin yüksek tecellisine, yüksek sahne oldu. Bu sahne yedi bin senelik (en aşağı), bir Türk Beşiğidir. Beşik tabiatın rüzgârlarıyla sallandı; beşiğin içindeki çocuk tabiatın yağmurlarıyla yıkandı, o çocuk tabiatın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından evvelâ korkar gibi oldu; sonra onlara alıştı; onları tabiatın babası tanıdı, onların oğlu oldu. Bir gün o tabiat çocuğu tabiat oldu, şimşek, yıldırım, güneş oldu. Türk oldu. Türk budur. Yıldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan güneştir.


Büyük olmak için kimseye iltifat etmeyeceksin, hiç kimseyi aldatmayacaksın, ülke için gerçek amaç ne ise onu görecek ve o hedefe yürüyeceksin. Herkes senin aleyhinde bulunacaktır, herkes seni yolundan çevirmeye çalışacaktır. Fakat sen buna karşı direneceksin, önüne sonsuz engeller de yığacaklardır; kendini büyük değil küçük, zayıf, araçsız, hiç sayarak, kimseden yardım gelmeyeceğine inanarak bu engelleri aşacaksın. Bundan sonra da sana büyük derlerse, bunu söyleyenlere güleceksin.


Toros dağlarına bakınız, eğer orada bir tek Yörük çadırı görürseniz ve o çadırda bir duman tütüyorsa, şunu çok iyi biliniz ki bu dünyada hiç bir güç ve kuvvet asla bizi yenemez.


Ve şunu unutmayın ki acizler için imkânsız, korkaklar için müthiş gözüken şeyler kahramanlar için idealdir. Yıktığınızı sandığınız devlet elbette ki kaybettiklerini sizden ve işbirlikçilerinizden geri alacaktır.

Stüdyoda buz kesen ortamda donan, gözlerine perde çekilmişçesine tepkisiz duran kolluk kuvvetleriyle izleyicilerin arasından bir kedi gibi sessizce çekip giden ve bina dışına çıkar çıkmaz kayıplara karışan Ümmü Gülsüm’ün canlı yayında sarf ettiği bu sözler kendilerini sessizliğe gömen azınlığın yüreklerindeki o özgürlük ateşinin tekrar yanmasına neden olmuştu. Herkes önüne geleni sürükleyip atan deli bir çığın enerjisi ile hareket etmiş, 50 yıllık sürecin yok ettiği kimlik geri gelmiş, ulusun bütünlüğünü esas alan ve geçmişte kural koyucuların yaptıkları hataları elemine eden bir sistem kurulmuş, işbirlikçilere verilen topraklar akılcı taktiklerle geri alınmış, O’nun işaret ettiği tam bağımsız ülke hedefine geçte olsa bile ulaşılmıştı. Yeniden açılan meclisin girişine yazılan şu söz her şeyi özetliyordu aslında: ”Kazanımlar, kaybedilişlere meydan vermemelidir.”



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

BİR GÖLGE OLSANIZ; NEYİN GÖLGESİ OLUR, NEYİN ÜZERİNE DÜŞMEK İSTERDİNİZ?

Sorduğum tek soru bu idi. Binlerce kilometre, onlarca yıl sonra vardığımız gezegende karşılaştığımız yaşam formundan dudakları aralanmadan aldığım cevap: Kişisel olacak söylediklerim ve hatta hiç değerlendirmeye bile almayacaksınız diyeceklerimi. olmuş devamında da bende şok etkisi yaratan bir diyaloğa girmiştik bizden görünüş itibarı ile bir farkı olmayan aksine dünyanın kavurucu iklimine karşı oluşturmaya çabaladığımız korunaklı herhangi bir şehrinde kalabalığın arasına çok kolay karışabilecek görünüşe sahip yaşam formu ile. –konuşmayı yazıya dökerken kendime not> yaşam formu yerine bundan sonra Evrenin Bilinci demem daha doğru olacak sanırım.      Sizler, o mavi gezegende yaşayan akıllı varlıklar ki bazı hayvan formları siz insanoğlunun kimi örneklerinden daha akıllı durmaktalar; “ Dünya ” adını verdiğiniz o güzel gezegeni hak ettiğinizi düşünüyor musunuz? Kendisine yaptığınız tüm işkenceye rağmen halen daha size barınak olan Dünyayı hak edecek neler yapıyorsunuz?

Devil Cry

Dilim damağıma yapışmış bir halde uyanıyorum. Dışarısı aydınlık, gözüm saate takılıyor her zamanki gibi akreple yelkovan hareketsizler. Yataktan kalkıyorum aynanın önüne geçiyorum suretim bana ait değil. Pencereden bakıyorum tüm hayat olanca hızıyla devam ediyor. Öğrenciler okullarında, ebeveynleri evlerinde ya da işyerlerinde. Aşıklar parklarda, sahil boylarında veya bir sinemanın salonunda dışarıdaki boğucu havadan uzakta. Herkes, her şey tüm kâinat olması gerektiği yerde; ben hariç. Zihnim dalıp gidiyor, bu gezegene sürüldüğüm zamana. Oysa o zamana kadar ne kadar da kudretli idim. Ta ki O âdemoğlunu yaratana kadar…   Daha dün gibi; dünya denilen gezegen yaratılmış, yaşam tüm canlılığıyla çağlayan misali bu yeni gezegende çağıldıyorlardı. Bizler istediğimiz gibi cennetin küçük kopyası olan bu gezegene gelebiliyorduk. Sadece dilememiz yeterli oluyordu. İnsan denilen bir tür daha yaratılmıştı ama bizden farklı olduğu için cennette O’nun yakınında ve gözetiminde tutuluyorlardı. Bizleri