Ana içeriğe atla

Limping Man

“Hayatınızdaki en önemli şey nedir?” diye sormuştu kırmızılar içindeki psikiyatr. Sustum; dilimdeki sözcükler, sesim boğazımda donup kalmıştı sanki. İlkokuldaki ilk gösterinizi düşünün: hani günlerce hazırlanıp da sular seller gibi ezberlediğinizi sandığınız şiir vardır büyük gün geldiğinde tüm okulun toplandığı bahçede o kalabalığa tepeden bakan kürsüye çıkar ve donar kalırsınız; mikrofon önünde dururken sesiniz çıkmaz karşınızda sizden şiiri okumanızı bekleyen arkadaşlarınız, aileniz ve çocuk aklınızla sevdiğinizi sandığınız kız/erkek vardır. Hepsi beklenti içerisindeki gözlerle size bakmaktadır. Sonra bir şey olur, içinde olduğunuz durumun getirdiği adrenalin patlamasıdır belki olan ve bülbül gibi şakırsınız. O hesap işte. O günü tekrar yaşıyordum. Donup kalmıştım ve istesem bile konuşamıyordum. Sonra okyanus tabanından yüzeye doğru çıkan bir hava kabarcığının su üzerine ulaşması gibi gırtlağımın derinlerinden gelen sesle “Eee, şey aslında bilmiyorum,” demiştim. Daha doğrusu demeye çalışmıştım demek doğru olurdu, çünkü sesim brutal vokal yapan biri gibi çıkmış ve sonucu da doktor için elbette anlaşılmaz olmuştu. En azından ben öyle düşünüyordum ki psikiyatrın kurduğu
cümle ile düşüncelerimden sıyrıldım.
“Bunda bilinemeyecek bir şey yok, bak burada biz bizeyiz; nedir senin için hayatta önemli olan? Bana anlatabilirsin.”
Kırmızılı psikiyatr bana bu cümleyi kurarken ben muayenehaneyi ve doktoru inceliyordum. Bir kere müzik zevki bizim tanımladığımız gibi değildi; genellikle Beethoven, Bach v.s. dinleyen diğer psikiyatrlardan farklı idi. Odada inceden bir ses çınlamaktaydı. İlk etapta bu seslerin bir konser kaydından geldiği aşikârdı. İlginç olan, daha doğrusu beni oturduğum koltuğa mıhlayan şey ise çalan şarkının Iced Earth’a ait olması idi. Biraz kulak kabartınca da parçanın “Angels Holocaust” olduğunu anlamıştım. “İşe bak,” dedim kendi kendime. “Herkes klasik müzik dinleyen psikiyatrlara tedavi olurken bense heavy metal dinleyen bir doktor seçmişim kendime.” Sonra odaya baktım, bilindik olan donanımdan biraz farklı idi. Aslında standart muayenehanelerden iki farkı vardı ve bunlardan biri genellikle tek renk olarak seçilen duvar boyalarında göze çarpmakta idi. Duvarların alt yarısı lilâ rengine, üst yarısı ise krem renginde boyanmıştı. Diğer fark da genellikle ilaç reklâmlarının olduğu tabloların olmaması aksine sadece iki tablonun olmasıydı. Atatürk’ün pek fazla görmediğim bir fotoğrafının bulunduğu bir çerçevenin haricinde minyatüre benzeyen bir çizimin olduğu tablo dikkatimi çekmişti. Siyah beyaz olan bu çizimde üçü başsız toplam dört beden vardı. Başsız bedenlerin biri diğerlerinden farklı giyinmişti ve sanırım diğer iki başsız bedenin üstü idi. Başları olmayan bedenler elleri arkasından bağlanmış olan ve henüz başı bulunan diğer bedenin başını törpülüyorlardı. “Evet, cevabınızı bekliyorum,” diyen sesle kendime gelmiştim. Psikiyatrı şöyle bir süzdüm: Tamamen kırmızı bir renk bütünlüğü hâkimdi kıyafetlerine. Kırmızı ekose desenli gömleğin üzerine baklava desenli kırmızı krem renkli bir süveter ve tamamlayıcı olarak da kendinden desenli kırmızı bir kravat. “Ne kadar sade ve gösterişten uzak bir kıyafet tercihi değil mi?”
“Sorunuzu duyamadım, dalmışım bu aralar çok sık oluyor kusura bakmayın,” diyerek soru atağını ustaca karşılamıştım ki karşı atak gelmekte gecikmedi.
“Şöyle sorayım genç adam: Anlatın bakalım sizi buraya atan rüzgârın ne olduğunu?”
“Rüzgâr mı? Şu şarkılara konu olan, o harika melodiye eşlik eden denizleri köpük köpük kabartan tanımlamasına sahip olan rüzgâr değil beni buraya atan. Beni buraya atan son zamanlarda kırmızı alarm verdiren; başlangıçta yaz geceleri kıyıdan koparak gelen meltem gibi tüm benliğimi rahatlatan fakat gittikçe sertleşerek tamamen fırtınaya daha doğrusu kasırgaya dönüşen o rüzgârı mı anlatmamı istiyorsunuz?”
Derin bir sükûnetin kapladığı odadaki sessizliği fısıltı halinde çıkan sözcüklerim bozmuştu. “Burada; bu koltukta o kadar bitik ve bitkin bir durumda bulunuyorum ki doktor, emin olun kendime sorduğum sorularımın cevapları sizin sorularınıza vereceğim cevaplardan daha zor. Tüm bu olanlar, şu ana kadar yaşadıklarım ve gelecekte yaşayacaklarımın ne olacağını tahmine çalışmak bir
nevi geleceği görmeye çabalamak beni yoruyor, bitkinleştiriyor. Ama madem sordunuz ben de söyleyeyim, hem beni buraya atan kasırganın bendeki etkilerini az çok şu konuşmamdan çıkartmış olabilirsiniz. Esas bu değil buraya gelişimin nedeni, sıkı durun esas sebep geliyor,” demiş ve tanık olduğum kazayı en ince ayrıntısına kadar anlatmıştım. “İşte doktor bunlar beni buraya atan rüzgâr. Son bir haftadır rüyalarımda o kaza anına gidiyorum. Ayakkabılarıma belki milyonlarca kan damlası sıçrıyor ve o kandamlaları birleşerek ayaklarımdan yukarıya doğru çıkmaya başlıyorlar. Göğüs bölgeme geldiklerinde ikiye ayrılıp bir kısmı orada çörekleniyor. O kadar ağırlaşıyor ki göğüs kafesim zor nefes alıyorum. Kalan kısım ise şekil değiştirerek el biçimini alıyor ve boğazımı sıkmaya başlıyor. Boğulduğumu hissediyorum zaten az nefes almakta iken tamamen nefessiz kalıyorum. Son nefesimi verirken yanıma bir adam geliyor ve bütün bunların başlangıç olduğunu söylüyor, gri gözlerini gözlerime dikip çürük yumurta kokulu nefesini yüzüme üflerken o buz gibi elleri ile feri gitmiş gözlerimi kapatıyor. Ruhumu bedenimden çıkarken gördüğümde ise kan ter içerisinde uyanıyorum.”
Anlattıklarımı dikkatle dinleyen doktor kaza nedeni ile ağır bir travma yaşadığımı belirterek vereceği ilaçları kullanmam gerektiğini bu seans gibi iki seansa daha katılacağımı söyleyerek sıradaki hastasını çağırmasını söylemek için sekreterini yanına çağırdığında kendimi bir boşlukta hissediyorum. Uzun zamandan beri kimseyle bu kadar uzun konuşmamıştım. Bir dahaki randevuyu almak için sekreteri beklerken vizite ücretinin ödemesini yapıp bir an önce eve gitmeyi planlıyorum. Sekreter ücreti kredi kartı ile yapabileceğimi ve gireceğim diğer seansların ücretinin ise %50 indirimli olacağını söylüyor. Bu haber bende iyi bir yemek üstüne yenen tatlı etkisi yaratıyor. Hafifçe gülümseyerek muayenehaneden çıkıyorum.
Asansöre binmek için koridorun sonuna doğru yürürken karşı yönden
gelen adam omzuma çarpıyor. Özür dileyeceğini umarak adama doğru döndüğümde o bakışlarla karşılaşıyorum: Buz soğukluğuna sahip küçük gri gözler ve çürük yumurta kokusuna sahip nefesli o adam tüm soğukluğuyla karşımda dikeliyor. Çarpık ve siyahlaşmaya başlamış dişlerini göstererek gülüyor yüzüme iyice yaklaşarak o iğrenç nefesini suratıma tıslar gibi çıkartarak “Sana bütün bunların başlangıç olduğunu söylemiştim sanırım,” diyor. Nefesi tüm benliğimi yakarken çığlıklar duyuyorum, dışarıya bakıyorum: Tamamen cam kaplı olan dış cepheyi temizleyen işçilerin bulunduğu iskelenin 12 kat yükseklikten aşağıya doğru hızlı bir şekilde düştüğünü görüyorum. İşçiler yere çarpıyor; iskele işçilerin ve yoldan geçenlerin üzerine düşüyor, aksak yaşlı adam “Bu daha başlangıç,” diye çığlıklar atarak kayboluyor ben yerimden kımıldayamıyorum…

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

BİR GÖLGE OLSANIZ; NEYİN GÖLGESİ OLUR, NEYİN ÜZERİNE DÜŞMEK İSTERDİNİZ?

Sorduğum tek soru bu idi. Binlerce kilometre, onlarca yıl sonra vardığımız gezegende karşılaştığımız yaşam formundan dudakları aralanmadan aldığım cevap: Kişisel olacak söylediklerim ve hatta hiç değerlendirmeye bile almayacaksınız diyeceklerimi. olmuş devamında da bende şok etkisi yaratan bir diyaloğa girmiştik bizden görünüş itibarı ile bir farkı olmayan aksine dünyanın kavurucu iklimine karşı oluşturmaya çabaladığımız korunaklı herhangi bir şehrinde kalabalığın arasına çok kolay karışabilecek görünüşe sahip yaşam formu ile. –konuşmayı yazıya dökerken kendime not> yaşam formu yerine bundan sonra Evrenin Bilinci demem daha doğru olacak sanırım.      Sizler, o mavi gezegende yaşayan akıllı varlıklar ki bazı hayvan formları siz insanoğlunun kimi örneklerinden daha akıllı durmaktalar; “ Dünya ” adını verdiğiniz o güzel gezegeni hak ettiğinizi düşünüyor musunuz? Kendisine yaptığınız tüm işkenceye rağmen halen daha size barınak olan Dünyayı hak edecek neler yapıyorsunuz?

Devil Cry

Dilim damağıma yapışmış bir halde uyanıyorum. Dışarısı aydınlık, gözüm saate takılıyor her zamanki gibi akreple yelkovan hareketsizler. Yataktan kalkıyorum aynanın önüne geçiyorum suretim bana ait değil. Pencereden bakıyorum tüm hayat olanca hızıyla devam ediyor. Öğrenciler okullarında, ebeveynleri evlerinde ya da işyerlerinde. Aşıklar parklarda, sahil boylarında veya bir sinemanın salonunda dışarıdaki boğucu havadan uzakta. Herkes, her şey tüm kâinat olması gerektiği yerde; ben hariç. Zihnim dalıp gidiyor, bu gezegene sürüldüğüm zamana. Oysa o zamana kadar ne kadar da kudretli idim. Ta ki O âdemoğlunu yaratana kadar…   Daha dün gibi; dünya denilen gezegen yaratılmış, yaşam tüm canlılığıyla çağlayan misali bu yeni gezegende çağıldıyorlardı. Bizler istediğimiz gibi cennetin küçük kopyası olan bu gezegene gelebiliyorduk. Sadece dilememiz yeterli oluyordu. İnsan denilen bir tür daha yaratılmıştı ama bizden farklı olduğu için cennette O’nun yakınında ve gözetiminde tutuluyorlardı. Bizleri

Kazanımlar kayıplara meydan vermemelidir

Belirsiz bir zaman dilimi. Ülke: Türkiye, Yer: Eski başkent Ankara’da bir tv kanalı ve o kanalda yayınlanan ve “enva-i akval” isimli bir tartışma programı. Konuklar: Harem ve selamlık düzende oturan insanlar ve rejimi onların yıkıcı hareketlerinden, fikirlerinden korumak amacıyla kurulmuş kolluk kuvvetleri. Programın sunumunu ve konukların yargılamasını ekranların en popüler siması abdûlmuttalîp hoca efendi (!) yapmakta. Abdûlmuttalîp hoca efendi aynı zamanda sık sık ağlamasıyla da meşhur bir zat. Peki, neler dile getirilmekte programda? Konuşulanlara kulak verelim isterseniz: — Günahkârların yıkılmamış son eserlerini yıkmak amacı ile ekibimle beraber kafirtepede dolanırken o uğursuz mekâna girdiğimi hatırlıyorum. Bunu neden yaptığımı bilemiyorum neticede bu işi yapabilecek robot srn6 varken hem kendimi hem de ekibimi tehlikeye atıyordum. Kafam karışık bir halde bende mi bir gariplik var yoksa bulunduğum yerde mi karar vermek zor diye dolanırken anlatacağım olaylar meydana geldi. As