Ana içeriğe atla

Killers Company V3.0

Uzaktan, çok uzaktan gelen melodi bana hiç yabancı değil. Ne diyordu bakalım bu parçada. Hah evet:
Ölüm geldi dört yanım bağladı;
Kılma cenazemi lâzım değilsen…
Şimdi kendimi gözlerden uzak tutabileceğim bir yer lazım bana. Burası iyi gibi sanki. Kendimi attım mı şu çimenlere Karanlığa gitmek için hazır olacağım. Ne güzel geldi şu hafif ıslak çimler yorgun bedenime…

Bulduğu sık ağaçların altındaki çimlerin üzerine zar zor kendini atan Timur bir yandan da az önce yaptığı işi düşünüyordu. Yaptıkları zaten zor durumda olan durumunu daha da içinden çıkılmaz bir hale getirmişti. Ama yine de mutlu idi. Çünkü bir anne adayını kurtarmış ve ne olduğunu bile anlamaya fırsat bulamayan eşine geri vermişti. “Fakat” dedi “her ne olursa olsun olanları bir daha asla hatırlayamayacaklar”.

Kapanan gözlerinin habercisi olduğu yaşamının askıya alınma işleminden önce aklından geçen son düşünceler bunlar olmuştu. Sonra gözleri karardı ve her zamanki gibi o dipsiz kuyuya atılan kurşun bir külçeymişçesine düşmeye başladı.

Düştü, düştü, düştü…
Zemin…
Soğuk ve balçık kaplı
Açılan ve karanlığa alışan gözlerin gördükleri…
Çevre…
Sessiz ve karanlık
Algılama…
O…
“Sesini duyuyorum ama kendini göremiyorum kahretsin; ama sanki O her şeyi biliyor ve kızgın gözleri ile bedenimi delip geçiyor”…
Sessizlik, haddinden fazla gürültülü olan ah o sessizlik…
Açılan ağızdan dökülen sözler:
Ooo, hoş geldiniz beyimiz nerelerde kaldınız? Gözlerimiz yollarda kaldı. Ne o neden asık suratın sana başka ne dememizi isterdin, nasıl hitap edelim sana haşmetmaab?

Acı dolu bir iç çekme ve gülümseme ile bakan Timur ayağa kalkmaya çalıştı. Fakat boşa kürek çekiyordu. Çünkü kara balçığın içinden çıkan kollar O’nu bir kozaymışçasına sarmıştı. Ne kadar çabalarsa çabalasın en ufak bir şekilde hareket edemiyordu ve ayrıca canı çok yanıyordu. En ufak bir kılını hareketine bile bedenini saran kollar ters tepki veriyorlardı. Göremediği sesin sahibini gördükten sonra O’ndaki değişikliği fark eden Timur adeta donup kalmıştı. Karşısındaki, her zaman görüştüğü parlak siyah tüylere sahip panter değil arka ayakları üzerinde duran kırmızı gözlere ve çatallı bir dile sahip ağzından akan salyaları asit etkisi yaratan simsiyah bir keçi idi. “İyi hiç yoktan rengi tutuyor”.
Aydınlıkta Patron’a karşı nasıl bir anlaşma yaptığını biliyoruz yakışıklı. Bak sana şunu söyleyeyim: Sen o anlaşmada ne yapmayı kabul ettiysen bil ki buraya yaptığın o ilk yolculuktaki eyleminin sonucu olarak imzaladığın anlaşmanın aynısını burada da yapmayı kabul ettin aslanım. Tek fark var orada kötüleri burada da iyileri haklıyorsun. Ve ayrıca bana kalırsa seni şuracıkta o balçık sandığın arkadaşıma yem ederim ama emir büyük yerden her ne yaparsan yap senin kılına zarar gelmeyecek. Sanırım Patron O’na madik atmana rağmen sana hayran. Kıymetini bil, el üstünde tutuluyorsun.
Duyduklarına inanamıyordu Timur. Neler oluyordu? Yani şimdi kendisine yol gösteren ve birilerini öldürmesini isteyen o şey Patron’un yani Şeytan’ın bir uşağımıydı? Yani şimdi Aydınlıkta öldürdükleri Tanrı için, Karanlıktakiler Şeytan için miydi? Peki, neden burada yaptığı onca şeye karşılık Aydınlıkta ceza almıyordu? Kafasındaki soruları bir çırpıda silip attı. Acele etmesi lazımdı. Daha X5’in sahibi ile görülecek bir hesabı vardı. Eğer yaptıklarına ilişkin Aydınlıkta bir şey söylenmiyorsa da elbette birilerinin bildiği bir şeyler vardı.
Şimdi beni serbest bırak ve bana yeni görevimin ne olduğunu söyle.
Tabii ki de haşmetmaab, siz nasıl isterseniz öyle olsun…
Yerde hareketsiz yatan Timur’un kulağından giren şey yeni görevi hakkındaki görüntüleri adeta beynine kazımıştı. Kolay bir işe benziyordu; en fazla 23 yaşındaki bir kızı yok etmesi yeterli idi.“Kaderde varsa düzülmek neye yarar ki üzülmek” diye söylenerek ayağa kalktı. Ayağa kalkmasıyla üstüne bulaşan balçık üzerinden akıp gitmişti. “Keçi doğru diyormuş, bu şey yaşayan bir organizma” diye düşündü. Bir plan yapması gerekiyordu ki kendini birden yeni görevinin bulunduğu yerde bulmuştu. Şimdi tam karşısında idi görevi. “Anlaşılan Patron burada hiçbir işi şansa bırakmıyor” diye düşündü ve dudağının bir kenarını kıvırarak gülümsedi. Elini sırtına attığında da eli sırtına çapraz asılmış palanın sapına gitti. Her iki eline de sırtındaki palaları alarak karşısında şaşkın ve korkudan donmuş bir halde duran kızın boynuna indirdi. Kızın başı gövdesinden ayrılmış bedeni ayakta iken yere bir top gibi düşmüş ve ayaklarının dibine kadar gelmişti. Tam kafayı yerden almaya hazırlanıyordu ki ikinci bir kafanın daha bir bedenden ayrılmış halde ayaklarının dibinde durduğunu gördü. Bu ikinci kafa yardımcısına aitti. Galiba palaları havada hedefine doğru savururken biçtiği o parlak ışıktan yardımcı çıkmıştı. Fakat olan olmuş, biten bitmişti. Garip bir duygu kapladı içini. Ne yapması gerekiyordu? Sonra her şey zihninde berraklaştı. Açık açık kabul etmemişti bir yardımcısı olmasını ve bu durum her ne kadar kabullenmiş gibi görünse de canını sıkıyordu. “Bir taşla iki kuş vurmak diye buna denir işte. Bir cesede bir ceset bedava kampanyasından bonus kazandım ve sözde yardımcımdan kurtuldum. Artık hem burada hem de Aydınlıkta bir ayak bağım olmayacak” diye düşündü. İçinden “Bekle beni Aydınlık geliyorum” diye de üstüne ekledi.
Yattığı yerden ağır hareketlerle doğrulan Timur nerede olduğunu anımsamaya çalıştı. Karanlığa gitmiş, orası hakkındaki gerçekleri öğrenmiş, görevini yerine getirmişti. Bir de şu ayak bağından kurtulmuştu orada. Bu güzel olacaktı. Çünkü işini yaparken kimsenin kendisine karışmasını istemiyordu. Ayağa kalkıp yürümeye hazırlanırken bir el omzundan tutarak kendisine çevirirken bir yandan da soru soruyordu: Yaptığını sana yakıştıramadım Timur; insan hiç canını Karanlıkta bırakıp gider mi?
Sersemlemiştim. Yaşadıklarımdan daha doğrusu öğrendiklerimden sonra “nasıl“ diyordum. Bütün bunlar nasıl olabiliyor? Hem öteki tarafta hem de burada insanları öldürmek, üstüne üstlük yaptıklarımdan sonra herhangi bir ceza almamak… Hadi öteki taraf neyse de, ya buradakiler? Ve en garibi de tüm bu cinayetlerin bir amaca hizmet etmesi. Bütün bunların yanı sıra yakalanmıyorum da. Bütün bu sorulara eşlik eden şu vicdan meselesi vardı bir de. Kurtulamıyordum bir türlü ondan. Ayrıca her ne kadar kendisi bilmese bile şu X5’in sahibinin benimle geciken bir randevusu bulunmaktaydı. Sorular, sorunlar ve bilinmezler… Yanımda dırdırını kesmeyen ve en kötüsü de dış görünüş olarak git gide bana benzeyen ayak bağım olduğu halde eve dönüş yoluna koyuluyorum. Adımlarımı ağır ağır atarken birden solumdaki sokakta O’nu görüyorum: Kanatlarından kan damlayan bir iblis o. Damlayan kanlar havada iken pıhtılaşıyor ve yere cıva gibi düşüyor. Yere düşmekle de kalmıyor; öbek öbek birikip hareketlenerek iblisin ayağından yukarı tırmanıyorlar. Tırmanışları iblisin ellerinde simsiyah bir irin haline gelmiş olarak son buluyor. Sonra iblis yavaş yavaş bana doğru dönüyor. Bulunduğum yer sanki güneş burada şube açmış gibi sıcak ve aydınlık bir hâl alıyor. Lâkin iblisin olduğu yerde ise inadına karanlık ve soğuk bir hava hakim. Birden iblis şekil değiştirmeye başlıyor. Ellerinden ezip geçtiği kadının kanı damlayan ve kaportasında çökükler bulunan bir X5’in sahibi olan bir insan görünümlü hayvan oluyor. Bu; O, aradığım adam! Arabasının plakası da tutuyor. Adamı tanıdığım anda ok gibi sokağın içine doğru fırlıyorum. Yerimden fırlamamla adamın göğsüne okkalı bir yumruk atmam arasında saniyeler geçiyor. Sendeleyen adamla beraber yere yuvarlanıyoruz. Adamı yere yatırıp yumruklamaya başlıyorum. Kırılan burnundan oluk oluk kan akıyor. Ayrıca kırılan dişleri de cabası. Dişleri tükürmesine izin vermeden zorla yutturuyorum. Gözlerinden kanlı yaşlar akıyor. İmdat çığlıkları hırıltıya dönüyor. Ellerim kanlar içerisinde ayağa kalkıyorum ve karnına ya da yüzüne geldiğine aldırış etmeden tekmelemeye başlıyorum. Kırılan kaburga kemikleri ve elmacık kemiklerinin seslerini duyuyorum. Kan gölü içerisinde kalıncaya kadar kafasını ayaklarımın altında eziyorum… Gözlerim kararıyor, nefes alamıyorum…
Uzaktan Timur’u izledim bir süre. Düşüncelerinin cevabını bulabilmesi için de ufak bir yardımda bulundum. Ağır ağır attığı adımlarının aradığı adamın oturduğu evin bulunduğu yere götürmesini sağladım. Timur adamı görür görmez avına pike yapan alaca doğan gibi hızla üzerine atılmıştı. Birbiri ardına gelen yumruk ve tekmeler adamın işini bitirmişti. Timur o anda sanki bir insan değil de vahşi bir hayvan gibi idi. Benzetmek gerekirse elleri ile adamı parçalarken ben de etraflarında tur atıyordum. Timur işini bitirdiğinde yüzüne doğru üfledim…
Mikail’i en son o soğuk otopsi odasında buz gibi masadan beni kaldırıp bana ruh verdiği 2. doğum günümde görmüştüm. Şimdi ise evimdeydi ve başucumda duruyordu. Gözlerimin içine bakarak:
- O sitede yaptıklarının senin tarafından yapıldığını kimse bilmeyecek. Ölen adamın aşırı hız yapan bir araç tarafından ezilen biri olduğunu zannedecekler. Senin burada öldürdüğün şeytana hizmet eden kâfirlerin senin tarafından öldürüldüğünü kimse bilemeyecek. Onların ölümleri hep bir kaza, cinayet v.s. gibi ders verici olaylar olarak yansıyacak. Başka sorun var mı?
- Vicdanım ne olacak diye düşünüyorum;
- Sen bir insansın değil mi? Ve her insanın da bir Vicdanı vardır…
- İyi de bana ne gibi faydası var ki diye devam ediyorum düşünceme. Cevap hazır:
- O sana insanları iyileştirme gücünü kullanman konusunda yol göstericin olacak. Kılavuzun senin O.
- Aman ha karga gibi olmasın da. Kılavuzu karga olanın…
- Kargaları hiç küçümseme dostum. Hem de hiç… Senin yapamadıklarını yapabiliyorlar biliyorsun. Neyse ben sana anlatacaklarımı anlattım. Ayak bağın olarak gördüğünü hafife alma ve dediklerine dikkat et. O ne derse doğrudur. Dinle ve kararını ona göre ver. Ama şunu unutma: Kararlarından dolayı sorumluluğun çok büyük ve “hesap günü” geldiğinde verdiğin ve uyguladığın kararlardan değerlendirileceksin. Şeytana karşı savaşman değerlendirmende kanaat notu yerine geçmeyecek. O konu ayrı. Anladın mı beni?
Karanlıkta yaptıklarım aklıma geliyor aniden. “Acaba” diye düşünüyorum, her zamanki gibi cevabım hazır:
- Biz her şeyi biliriz, görürüz ve ona göre değerlendiririz. Gözümüz her âdemoğlu gibi senin de üzerinde…
Buz gibi bir ter bedenimi sarıyor. Demek biliyorlar; biliyorlar ama neden bir şey yapmıyorlar ki?
- Dostum, hesap gününü unuttun mu? Acelemiz yok her şey sırasıyla. Sen sadece kendine biçilen görevleri yerine getiriyorsun. Sınav gibi düşün, sen bildiklerini yazıyorsun kâğıdına biz de cevap anahtarı elimizde seni bekliyoruz… Benden sana ufak bir tüyo: Dününü nasıl yaşadıysan yarınını da öyle yaşa. Farklı olman gereken tek nokta ise sürekli olarak kendini geliştirmen gerektiği…
Gelişme, geçmişimi nasıl yaşadıysam geleceğimi de aynı yaşamam gerekmesi. “Aklım karıştı ne demek istiyorsun” diye soruyorum ama O ortalarda yok. Beklediğim cevapsa aniden çalmaya başlayan radyodan geliyor:
“Show must go on”…
Öyle ya gösteri devam etmeli değil mi Freddie amca? Hem hayat, hem de gösteri devam etmeli; gerçi hayat bir gösteriden ibaret ya bakma sen bana… Bakma sen bana dedim ama huy bu kurumasın bir şeyler demeden durmuyor ki: Hayata gösteri dedik ya tiyatro oyunuymuş gibi düşünelim bir: Şimdi, bu oyun kimilerince kapalı gişe sahnelenmekte kimilerince de sahnelenemeden hüsrana uğramakta ve arşivde tozlanmakta. Hadi durumu bir şarkı ile de ifade edelim; Cem Karaca söylesin kaybedenler için: Nem Alacak Felek Benim… Ve sıra sende ey felek; ey yaradan… Sen nelere kadirsin? Bana 1 değil 3 dert birden verdin ve iyi de etmedin:
Bir damla sudan hayat verdin…
Büyüttün, olgunlaştırdın, insanları iyileştirme gücü verdin…
Bu yaptıkların da yetmedi sana; dünyadaki hizmetimin kul sıfatından çıkıp daha da üst düzeyde olabilmesi için (elbetteki çıkarın için) Ölümsüzlüğü verdin… (İç çekerken yürek dolusu haykırışla) Sana bir şey diyeyim mi? Üzerimde oynadığın bu oyundan ilk madde haricindekiler hariç diğer maddedekileri tasvip ettiğimi söyleyemeyeceğim be shihan*… Sayende tarihin görüp görebileceği en tehlikeli katillerden biri haline geldim. Neymiş efendim: Şeytanla savaşta dünyada sana yardımcı olacakmışım da, falan filan. Üstelik bir de dalga geçer gibi insanların iyileşmesi için bana gönderiyorsun ya daha ne diyeyim ki sana? Kanlarını döktüklerimin günahını nasıl ödeyeceğim ben sana, ayrıca sen değilmisin “kan dökmenin günah olduğu”nu söyleyen? (İçten bir sızlanma ve muzip bir gülümsemeyle) Ah be shihan, a beni paradoksa koyan yaradanım. Neden ben, niye ben? Neyse geçelim bu safhayı, geçelim de sana bir haber vereyim: Burada senin kiralık katilinsem orada da Üstadın kiralık katiliyim. Üstad dediğime bakma sen, o da senin ürünün. Sorma bana kim diye biliyorsun sen kim olduğunu: Günahların efendisi o. dediğim gibi burada sana orada da yani berzah*ta tuttuğun o ruhları öldürüyorum. Hiç itiraz etme bana, ruh cehennemde acı çekecekse ölmesi de lazım değil mi? Ve ben, tam da bunu yapıyorum: Ruhları öldürüyorum...
Garip değil mi, benim için yaptığın bunca şeye bunca yatırıma karşın burada sana orada da ona hizmet ediyorum... (Muzip gülümsemeden kahkahaya geçiş) İşte ben bu durumu seviyorum... Shihan sen bize akıl verdin ya; hani kendi yolumuzu çizelim, kaderimizi düzenleyebilelim diye. Ayrıca görmesini bilenler için birçok hakikat saklıdır da diyorsun kullarına. Al sana “gizli gerçek”: Hayat; namazsız okunan ezan ile başlar, namazsız kılınan ezan ile sona erer... Eminim bize bu ritüeli yaşatırken bu gerçeği bulmamızı istemişsindir. Düşününce nasıl da açığa çıkıyor: bir çocuk doğar ve ebeveynleri eve davet ettikleri hoca aracılığıyla çocuğun kulağına ezan okutur. Okunur da namazı nerededir? Namazını da o çocuk öldüğünde (artık vadesi ile mi olur ya da ben mi alırım canını sırf şeytana uydu diye bilinmez) o gün ifa edilecek bir namaza müteakip olarak (genel teamüller uyarınca öğle namazı veya ikindi namazı olabilir) kılınan cenaze namazı ile eksik kalan aşama tamamlanmış olur.
Düşüncelerde boğulan Timur bazen karşısında duran bazen damarlarında dolaşan ama çoğu zaman da kafasının içini bitmek bilmeyen konuşmaları ile dolduran vicdanına kabarttığında vicdanının uzun bir süreden beri konuştuğunu ve konuşmasının sonuna geldiğini fark etti: Sen ben ne dersem diyeyim ileride keşke demeyeceğin seçimleri yap, ben sana kayıtsız şartsız uyarım. Neticede ben senim... Gidiyorum ve seni sana bırakıyorum. Tıpkı geçen sefer yaptığım gibi... Çaresiz kaldığını hissettiğinde adımı içinden seslenmen yeter, ben gelirim ve sana yardımcı olurum. Ben senin zannettiğin gibi ayak bağı değilim, ben senden daha fazla sen olanım ve bir sır da benden sana gelsin: Hayatını daha önce olduğu gibi yaşa ama kendini geliştirerek; unutma hayatın sırrı, yeni ufuklar açmaktır. Ha bu arada az sonra kapı çalacak ve biri gelecek. Çok hasta biri o. Hasta biri fakat aynı zamanda burada canı alınacak biri. Yani bir günahkâr. İyileştirmek ya da öldürmek sana kalmış. İkisi de senin görevin...
Sesin susması ile külçeymişçesine gibi koltuğa yığılması bir olmuştu Timur'un. Koltuğa yığılıp ta henüz biraz nefeslenmişti ki kapı çalındı. Gelen O idi. Kapıda hasta olduğu her halinden belli olan biri vardı. Hasta ve çaresiz. Hali aynı bir tavşanı andırıyordu: Ürkek ve savunmasız. Kadını içeri buyur etti. Adının Jale olduğunu söyleyen uzun bir süreden beri beyninde bir olduğunu ve artık bu urun onun hayatını sona erdirmeye çok yakın olduğunu evinin adresini ise salonunda aniden beliren çok uzun boylu birinin verdiğini, adamın belirdiği gibi bir anda ortadan kaybolduğunu bir çırpıda anlatmıştı. Jale'yi dinlerken baştan aşağı kadını süzen Timur hastalığın ne derecede ilerlemiş olduğunu anlamaya çalışıyordu. Daha doğrusu iyileştirmektense öldürmenin iyi bir seçenek olup olmadığını düşünüyordu ki birden omzunun üzerinde beliren Mikail iyileştirmenin öncelikli işi olduğunu, can almanın ise ikincil görevi olduğunu ve daha sıranın can almaya gelmediğini, bekleyebileceğini fısıldayarak kaybolmuştu. Yerinden kalkarak ellerini kadının başına koyan Timur o ana kadar yaşamadığı bir şey yaşamış ve kadının ailesine ait olan tüm mirası alabilmek adına zamanında ailesinin fertlerini ardında iz bırakmayacak şekilde öldürdüğünü görmüştü. Yapabilecek bir şeyi yoktu. Parmakları erimeye başlamış ve kadının beynine nüfus etmişti. Eriyen parmakları beynin lôbları arasında kan gibi dolaşıyor urun olduğu yeri bulmaya çalışıyordu. Parmakların arayışı son bulmuştu. Uru parmaklarının arasında hissedebiliyordu Timur. Ur, çağrıldığında evine doğru koşan aç bir köpek gibi parmaklarına hücum etmiş ve parmakları ile bir olmuştu. Kadının başındaki elleri görecek olan 3. bir kişi Timur'un ellerinin bileklerine kadar kadının kafasının içerisine girdiğine dair yeminli ifade verebilirdi. İşi biten Timur ellerini kadının kafasından çekmişti. Parmaklarından az önce beyinden söküp aldığı ur halıya civa ağırlığı ile damlıyordu.
Kadını yolcu ettikten sonra odasına geçen Timur'un nabzı yavaşlamaya başlamıştı; nefes alış verişlerinde çektiği acı ise ciğerlerine her seferinde birer bıçak sokuluyormuş gibi hissetmesine yol açmıştı. Nabzı tamamen kaybolmadan önce çok uzaklardan vicdanın şu cümleyi seslendiğini fark etmişti: KOŞMALISIN, MARATONUN ANLAMINI BULANA KADAR...
Benden orada nasıl bir yer ile karşılaştığımı anlatmamı istemiştin ben de sana söyleyeyim ben orada soğuk, karanlık ve nefes almanın imkansız olduğu bir havaya sahip bir dünya ile karşılaştım. İşte sana anlatacağım tamı tamamına budur...
Bilincini kaybeden Timur'dan gözlerini açtığı dünyanın tanımını yapmasını isteseniz ancak bu olabilirdi.
Hey, hey dur bir dakika... Sana anlatacağım yalnızca bu mu? Bu mudur yani tek tarif edebileceğim şey? Yanılıyorsun ve ağzımdan birşeyler yazarak okuyucunun yanlı yorumlarına ortak etmeye çabalıyorsun dostum. Bunu sana yakıştıramadım. Bak; sana nasıl bir yerde olduğumu anlatayım da sen gözlerinin önünde canlandır bakalım nasıl bir yerdeymişim: İlk izlenimimi yazdın zaten, söylemeye gerek yok. Sıra diğer izlenimlerimde. İzlenim dememe bakma sen gördüklerimi aktarmaktan başka bir şey olmaz anlatacaklarım.Bir göz kırpması... Neyse efendim şimdi buralar öyle bir yer ki havası geride bıraktığım dünya benziyor benzemesine de tek farkı burada güneş karanlık doğmakta. Güneş doğduğu andan itibaren insanı sizlerin deyimiyle yaşayan ölüye çeviriyor. Öyle bir etkisi var ki buraya gökten inen insanları görüyorum nur içerisindeler. Fakat ne oluyorsa oluyor kara Sonra sakinleri de bir garip hem. Sanki buraların sahibi benmişim, sanki ben bu dünyayı yöneten bir uzaylıymışım gibi davranıyorlar. Ne zaman bir yerlerde karşıma çıksalar benden kaçarcasına uzaklaşıyorlar. Uzaklaşamayanlar da önümde diz çöküp anlamadığım bir dilde konuşup benden bir şeyler istiyorlar. Hınzırca bir gülümsemeyle... Sanki ben onların ne istediklerini bilmiyormuşum gibi yalvarıyorlar bana; onları öldürmememi isteyip, hâlâ yapacak işleri olduğundan dem vuruyorlar. Benden adaletli olmamı istiyorlar. Sanki kendileri sizin tarafta çok adaletlilermiş gibi. Hatırlıyorum da ben de oradayken adaleti isteyenlere takmıştım kafayı, burada da taktım. Huy bu dünya değiştirse bile değişmiyor. Adalet istiyoruz diyenler yaptıkları işler neticesinde isteklerine kavuşmak için adaleti yok ettiklerinin; lady justice'ın ırzına geçtiklerinin farkında bile olmuyorlar. Kimin nasıl biri olduğunu, kimin haklı kiminse haksız olduğunu bilemiyorsunuz. Özel bir gücünüz yoksa tabii. Herkes ben olamaz değil mi? Bir göz kırpması daha... Son olarak bu dünyada herşey benim için iyi, güzel ama ah şu nereden geldiği belli olmayan metalik biplemeler olmasa keşke...
Timur bu konuşmayı yaparken size O'nun durumu hakkında bir açıklamada bulunsam iyi olacak anlaşılan. Bilincini kaybedip öteki aleme doğru yola çıkarken yanındaydım. Herzamanki gibi ölmesini bekliyordum ama bu sefer ölmedi aksine komaya girdi. Birşeyler yapmam gerekli idi ve durumu O'na bildirerek Timur'un hastaneye kaldırılmasını sağladım. Şu anda Timur yoğun bakım ünitesinde ve derin bir komada yatmakta.
Timur'u hastaneye yetiştiren kızkardeşi telefonda olayı annesine ağabeyinin ona ihtiyacı olduğunu ve biran önce hastaneye yetiştirilmesi gerektiğini kendisine söyleyen bir hayaletten bahsederek anlatıyordu. Kızının anlattıklarını soğukkanlılıkla dinleyen Hülya hanım ise keşke ağabeyinin durumunu Aleyna'ya anlatabilseydik diye düşünüyordu anlatılanları dinlerken. Son derece sakin bir ses tonu ile kızına durumda bir değişiklik olduğunda bizi de haberdar edin dedi ve telefonu kapatarak eşinin yanına geçti. Eşinin yanına uzanırken de oğullarının birini iyileştirdikten sonra herzamanki gibi ölmeyip de tam tersine komaya girdiğini ve kızlarının da o'nu hastaneye kaldırdığını anlatıyordu. Hülya hanımın anlattıklarında bir şey eksikti: Hayalet kim, daha doğrusu ne idi ve nereden çıkmıştı?

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

BİR GÖLGE OLSANIZ; NEYİN GÖLGESİ OLUR, NEYİN ÜZERİNE DÜŞMEK İSTERDİNİZ?

Sorduğum tek soru bu idi. Binlerce kilometre, onlarca yıl sonra vardığımız gezegende karşılaştığımız yaşam formundan dudakları aralanmadan aldığım cevap: Kişisel olacak söylediklerim ve hatta hiç değerlendirmeye bile almayacaksınız diyeceklerimi. olmuş devamında da bende şok etkisi yaratan bir diyaloğa girmiştik bizden görünüş itibarı ile bir farkı olmayan aksine dünyanın kavurucu iklimine karşı oluşturmaya çabaladığımız korunaklı herhangi bir şehrinde kalabalığın arasına çok kolay karışabilecek görünüşe sahip yaşam formu ile. –konuşmayı yazıya dökerken kendime not> yaşam formu yerine bundan sonra Evrenin Bilinci demem daha doğru olacak sanırım.      Sizler, o mavi gezegende yaşayan akıllı varlıklar ki bazı hayvan formları siz insanoğlunun kimi örneklerinden daha akıllı durmaktalar; “ Dünya ” adını verdiğiniz o güzel gezegeni hak ettiğinizi düşünüyor musunuz? Kendisine yaptığınız tüm işkenceye rağmen halen daha size barınak olan Dünyayı hak edecek neler yapıyorsunuz?

Devil Cry

Dilim damağıma yapışmış bir halde uyanıyorum. Dışarısı aydınlık, gözüm saate takılıyor her zamanki gibi akreple yelkovan hareketsizler. Yataktan kalkıyorum aynanın önüne geçiyorum suretim bana ait değil. Pencereden bakıyorum tüm hayat olanca hızıyla devam ediyor. Öğrenciler okullarında, ebeveynleri evlerinde ya da işyerlerinde. Aşıklar parklarda, sahil boylarında veya bir sinemanın salonunda dışarıdaki boğucu havadan uzakta. Herkes, her şey tüm kâinat olması gerektiği yerde; ben hariç. Zihnim dalıp gidiyor, bu gezegene sürüldüğüm zamana. Oysa o zamana kadar ne kadar da kudretli idim. Ta ki O âdemoğlunu yaratana kadar…   Daha dün gibi; dünya denilen gezegen yaratılmış, yaşam tüm canlılığıyla çağlayan misali bu yeni gezegende çağıldıyorlardı. Bizler istediğimiz gibi cennetin küçük kopyası olan bu gezegene gelebiliyorduk. Sadece dilememiz yeterli oluyordu. İnsan denilen bir tür daha yaratılmıştı ama bizden farklı olduğu için cennette O’nun yakınında ve gözetiminde tutuluyorlardı. Bizleri

Kazanımlar kayıplara meydan vermemelidir

Belirsiz bir zaman dilimi. Ülke: Türkiye, Yer: Eski başkent Ankara’da bir tv kanalı ve o kanalda yayınlanan ve “enva-i akval” isimli bir tartışma programı. Konuklar: Harem ve selamlık düzende oturan insanlar ve rejimi onların yıkıcı hareketlerinden, fikirlerinden korumak amacıyla kurulmuş kolluk kuvvetleri. Programın sunumunu ve konukların yargılamasını ekranların en popüler siması abdûlmuttalîp hoca efendi (!) yapmakta. Abdûlmuttalîp hoca efendi aynı zamanda sık sık ağlamasıyla da meşhur bir zat. Peki, neler dile getirilmekte programda? Konuşulanlara kulak verelim isterseniz: — Günahkârların yıkılmamış son eserlerini yıkmak amacı ile ekibimle beraber kafirtepede dolanırken o uğursuz mekâna girdiğimi hatırlıyorum. Bunu neden yaptığımı bilemiyorum neticede bu işi yapabilecek robot srn6 varken hem kendimi hem de ekibimi tehlikeye atıyordum. Kafam karışık bir halde bende mi bir gariplik var yoksa bulunduğum yerde mi karar vermek zor diye dolanırken anlatacağım olaylar meydana geldi. As