Ana içeriğe atla

Killers Company V1.0

Gözlerini açtığında donmak üzere idi. Üzerini beyaz bir örtü kaplıyordu. Kendi kendine “Ulan; s.ki tuttuk, temmuzun ortasında kar altında kalıp donarak ölmek de varmış kaderde” diye söylendi. Birden bulunduğu yerin kar altında olmayıp da kapalı bir bölme olduğunu fark etti. Morgda bulunuyordu ve bir an önce çıkması gerekli idi. Klostrofobisi vardı çünkü. Var gücü ile çıkarabildiği kadar yüksek ses çıkartmaya başladı. Umudu görevlilerin bir an önce sesini duyması idi. Talihi yanında olacak ki bir görevli beti benzi atmış bir şekilde onu bulmuş özgürlüğüne kavuşturmuştu. Ertesi gün bu olay yerel gazetede mucize diye –çünkü ölümünün üzerinden nerede ise 8 saat geçmişti– yayınlanmış ve o yayından sonra evinin telefonları susmak bilmez olmuştu. Diğer gazeteler ve haber kanalları onunla röportaj yapmak istiyorlardı. Ama O, göz önünde bulunmak istemiyordu. Hemen bir plan yaptı ve soluğu doğruca kimsesizler mezarlığında aldı. Kendi boyuna uygun yeni gömülen bir cenazeyi ebedi istirahatgâhından çıkartarak evine götürdü. Gerekli düzeneği kurarak kimsenin bilmediği 2. evine gidebilmek için ardında yanan evi bırakarak kimseye görünmeden evden uzaklaştı. Olay adli makamlar tarafından doğal gaz patlaması olarak nitelendirildi ve evin külleri ile karışan külleri ailesine ait mezarlığa gömüldü. Evine girdiğinde yaptığı ilk iş nüfus idaresindeki buğday tenli fıstığını aramak olmuştu. Kendisine bir iyilik yapıp yapamayacağını sormuş ve 15 dk.lık pazarlık sonucunda yeni kimliğini hazır hale getirmişti. Yapacağı tek şey fıstıkla ateşli bir gece geçirmekti. Aslında işine geliyordu ama bu tempo dinlenme imkânı bulamayan birine ağır gelmişti ve fıstığın banka hesabına yüklüce bir para göndermişti. İyi ki dedi kendi kendine kardeşimin adına açılan hesapta bir miktar ihtiyat akçesi tutuyorum... Ve sonra derin bir uykunun kollarına kendini bıraktı.

Her zaman tekrarlayan rüyayı görmeye başlamıştı yine. Bilseydim yanıma patlamış mısır ve bira alırdım uyumadan önce diye düşündü. Evet, rüyasına hükmedebilenlerdendi ama ne hikmetse bugün tekrar izlemeyi tercih etmişti rüyasını: Doğumunu gördü; bir kadir gecesinde doğmuştu. Ailesi sevinç içinde idi ne kadar kutlu bir doğumdu bu. Bu kutlu doğumun bir hediyesi de vardı dünün Kemal’i bugünün Timur’una: Tedavisi mümkün olmayan hastalıkları iyileştirebiliyordu. Daha da önemlisi yeni ölen birini bile diriltebiliyordu. Ama her güzel şeyin bir karşılığının olduğu gibi bu iyileştirme yetisinin karşılığı da ölümdü... Tedavi ettiği hastalığın şiddetine göre bazen 1 saat kimi zaman da 1 gün ölü halde kalıyordu... Sonra ilk tedavisini gördü: Dedesi kolon kanseri olmuştu ve O’nu iyileştirmişti. Daha 6 yaşında idi o zaman. Dedesini iyileştirdikten 1 saat sonra gözleri kararmıştı. Gözlerini açtığında başucunda siyah bir panter vardı. O’na korkmaması gerektiğini bundan sonra iyileştirdiği her insandan sonra buraya sık sık geleceğini, geri dönebilmesinin kendisine verilen görev ya da görevlerin yerine getirmesinden başka bir şartı olmadığını anlattı. Görevler son derece basitti: Panterin onunla konuşması bittikten sonra gözlerinin önüne tüm bilgileri gelen kişiyi öldürmeliydi. Bu kadar basitti işte... Sonra ilk kurbanını gördü hamile bir kadın. Olmaz, yapamam dedi. Ben daha 6 yaşındayım nasıl birini öldürebilirim ki? Cevap hiç gecikmeden geldi: Yaşamak için öldürmelisin ve bu; senin için bebekken altını doldurmaktan çok daha kolay olacak inan bana... Sonra yola koyuldu. Etrafı ölen insanlarla dolu idi. O zaman anladı; bulunduğu yer Katillerin Şehri idi. Ve burada hiç bir şey cezasız bırakılmıyordu İlahi adalet tarafından. Hamile kadına yavaşça yaklaştı. Elinde nasıl kaldırdığına bile inanamadığı bir balta vardı. Havada baltayı bir tam tur attırdıktan sonra kurbanının boynuna indirdi. Balta olanca hızı ile kadının boynunun sağ tarafından deriyi, kası ve damarları yırtarak girmiş; omurgayı parçalayarak sol tarafa doğru yaptığı yolculuğuna devam etmiş yine damarları kası ve deriyi yırtarak sol taraftan çıkmıştı. Bu ilk olmasına rağmen büyük bir haz duyuyordu görevinden. Sonra vücuttan ayrılan başı tekmeleyerek kadını sırt üstü yatırdı. Kan koyu kıvamlı bir şerbet gibi usul usul akıyordu vücuttan. Sonra silahını tekrar kaldırdı. Balta indiğinde bu seferki hedefi kadının karnındaki bebekti. İşini sağlama almak istiyordu çünkü. İlk darbede bebeği ortaya çıkartmış ikinci darbeyi de kırılan kemik seslerini duymak için göğüs kafesine indirmişti. Terini silerek kurbanlarının kanından bir damlayı tatmış ve o anda da gözlerini açmıştı. Ailesi onu izliyordu.

Dilinde kan tadı ile uyandığında sabah saat 07.30’du ve spor yapması gerekiyordu... Rüyanın etkisinden kurtulması zor olmamıştı. Hem neden zor olsundu ki? İstediği zaman devamını görüp istediği yerde durdurabiliyordu rüyalarını. Sadece istemesi yeterdi. Spor için gerekli kıyafetlerini ve donanımını alarak doğruca Güzelyalı sahiline indi. Sahil, apartman günlerinde aldıkları kiloları verme telaşındaki orta yaş üstü teyzeler, okuldan kaçıp sevgilileri ile takılan liseliler ve ağır metal birikimine haiz kefalleri avlayanlarla dolu idi. Deniz, sevgilisine küsmüş bir âşık gibi sessiz ve durgundu. Sanki bir gece önceden devasa bir ütü dolaşmıştı dalgaların üzerinde. Müzik çalarındaki kim bilir kaçıncı defa dinlediği playlisti açarak hafif tempolu olarak koşmaya başladı. Her attığı adımda ayağının altındaki beton parkur sanki tartan pistmişçesine eşlik ediyordu. Şans mı ya da ruhunun yansıması mı diye sorulması gereken bir soru karşılığında playlistteki ilk şarkı Başıbozuk grubundan Bizden Geçti idi. Evet diye düşündü. Bizden Geçti, Sizden Ne haber? Kanıtlayabilirim size öldüğümü… Şöyle bir zihnini yokladı. Kaç kez ölmüş ve kaç kez dirilmişti. 5’ten sonra saymayı bıraktığı için iyileştirdiği ve dolayısıyla da öldürdüğü katillerin sayısını bulamadı. Aslında bulmak da istemiyordu. Saatine baktı, 09.05’ti saati. Sırılsıklam olmuştu terden. Soluklandı biraz ve etrafına dikkat kesildi. Mustafa Kemal Sahil Bulvarında araçlar yine hız yapıyordu. Hiç akıllanmayacağız dedi kendi kendine. Sporunun ilk aşamasını bitirmişti. Şimdiki istikameti Bahçelievler’deki spor salonu idi ve önünde koşulacak bir parkur ile Karantina’nın yokuşları vardı. Dinlediği şarkıyı durdurarak Timur Selçuk’un 80’lerin başında okuduğu Attila İlhan’a ait Karantina’lı Despina şiirini okumaya başladı. Bir yandan da Karantina yokuşlarını koşarak çıkıyordu. Spor salonuna hocası ile eşzamanlı olarak girmişti. Isınma hareketleri ve ağırlık çalışmalarını bitirdikten sonra kendisi için önemli olan yakın dövüş egzersizlerine geçmişlerdi. Salondan çıktığında saat 12.30’du. Evine yürüyerek giderken çevresindeki insanları incelemeye başladı. Her birinin ayrı ayrı tozpembe hayalleri vardı ve kimilerinin pembesi uçuyor ellerinde sadece tozları kala kalıyordu hayallerin. Radyoyu bir daha dinlemeyeceğim dedi; şu yeni Demet Akalın parçası diline yer etmişti çünkü. Tüm bunları düşünürken evine geldiğini fark etti. Doğruca banyoya girdi ve soğuk suyun altına attı kendini. Soğuk su ile duş almayı yaz kış hiç bırakmamıştı küçüklüğünden bu yana. Ve evet hakikaten bu duş çok iyi gelmişti. Bir sonraki durağı mutfağı olmuştu. Güzel bir kahvaltı hazırladı kendine. Şımartmayı seviyordu hem kendini hem de hayatındakileri. Kahvaltı aşamasından sonra salonunda hilal şeklinde konuşlandırdığı kanepelerinin arkasındaki hazinelerinin arasından geçen hafta alıp da bir solukta son aşamasına kadar okuyup da tamamlayamadığı Burak Turan’a ait Metruk kitabını okumaya başladı. Kitabı okumaya başladıktan bir süre sonra geçmişten gelen anılarına ev sahipliği yapmaya başlamıştı beyni:

14 yaşında idi. Ailesi ile beraber İzmir’in yakıcı ve yapış yapış neminden kaçarak yazlığa gitmişlerdi. Yazlıktaki videodan porno izliyorken görmüştü kendini. Yeni uyanan cinselliğini teselli etmeye çalışıyordu. Bu sırada kapı çalınmış ve yan yazlıktaki üniversiteli hatun karşısına dikilmiş kapıyı açar açmaz dudaklarına yumulmuş ve zaten erekte halde bulunan erkekliği ile oynamaya başlamıştı ex Kemal’in. Dakikalar geçmeden hanım kızımız Kemal’in kucağında saçlarını savuruyor ve iniltiler içerisinde doyuma ulaşıyordu. Hemen arkasından da Kemal. Ve bu sevişmeleri 1 sefere mahsus değildi. Ardı ardına 2 kez daha birlikte olmuşlardı. Her şey olup bittikten sonra hanım kızımız bu konuyu sorun etmemesi gerektiğini söylemiş; bu davranışının sebebi olarak da kendisini aldatan sevgilisinden intikam almak olarak açıklamıştı bu garip sex maratonunu. Hatun Kemal’e kocaman bir öpücük vererek evden çıktıktan 15 dk sonra da ailesi eve gelmişti. Zamanlama süperdi. Ağzı kulaklarında idi Kemal’in. Banyosunu yapıp akşam yemeğini yedikten sonra akşam serinliğinde biraz dolaşmak amacıyla gezmeye çıktı. Yola çıktığında ilerideki kalabalık dikkatini çekmişti. Koşarak kalabalığın arasına karıştığında yerde yatan 5 yaşındaki kız çocuğunun donuk gözleri bir damla yaş ve kanla ona bakıyordu. Küçük kızın cansız bedeni yanında diz çökerek elini alnına koydu. Şimdi kızın beyninde idi. Babasından aldığı doğan görünümlü şahiniyle hız yapan 17’lik sürücü kendisine çarpmış ve kaçmıştı. İlk darbenin şiddeti ile minicik bedenin etleri ve kasları ezilmiş hemen akabinde de kemikleri kırılmıştı. Bir an için havalanmış, uçmanın ne güzel olduğunu ve bir kuş kadar özgür olmanın ne kadar mutluluk verdiğini hissetmiş ama yerçekiminin o kaçınılmaz etkisi nedeni ile yere kafa üstü çakıldığında kemiklerinin birbirine geçtiğini ve kafatasının kırılarak beyninin dağıldığını tarifi olmaz bir acı ile öğrenmişti. Hayat ne kadar acımasız bir öğretmendi. Zaten iç kanamadan dolayı da göğüs boşluğunda kandan bir okyanus büyüyordu. Ve bir kuşun kanadında göndermişti nefesini. Timur, nefesinin ve çektiği acının da beraberce azaldığını farkettiğinde adının Emel olduğu öğrenilen küçük kızın önce parmakları sonrasında da elleri hareket ederek can yakan bir haykırışla anne diye tekrar nefes almaya başlamıştı.

Kalabalık donmuştu, her şeyi bir film edası ile izlerken aklı yerine gelenler küçük kızı kan gölünün ortasından uzaklaştırmışlardı bile. Şimdi tek bir sorunları vardı: Yerde yatan Timur ne olacaktı…

Timur gözlerini açtığında yine O vardı yanında ve fısıldıyordu usulca:

Cinnetime gelin mavi şaraplarımdan için
Bambaşka başkalıklar içindeyim
Bir deliyim ben önümde eğilin
Aşkın yolu tektir denir
Onu bulmak isteyen benimle sevişir
Derin bir nefes alın, rahatlayın ve kendinize gelin
Gökyüzünde uçan kuşlar var
İçinizdeki uçurumun ortasından geçin
Bakın bir tüy kadar hafiflediniz artık
Şimdi düşümdeki karanlığa takılın
Beklemeden girin oraya
Derin bir kuyu var sakın korkmayın
Kendinizi kuyunun içine bırakın
Sonsuzluk ayracıdır onun adı
Kavrayıp kucaklayacak, aklınızı alacak tadı
Ama sakın gözlerime bakmayın
Gözyaşlarımdan düşüp ölürsünüz ağlarsam sonra
Alacalı bir gezegen çıkacak karşınıza
Terazi şeklinde
Bir kefesinde dünya ötekinde şeffaf bir balon
İçinizden dilsiz olanı dudaklarındaki dikenle ısıracak
O balonu ve patlatacak
Dünya boşluktaki sesin genişleyen ritmine karışacak
Yabani aşklar adına kutsuyorum seni insan başlı yılan
Isır bedenimi ve akıt zehrini kanımdaki şehvete
Bir kertenkele kuşu olup konayım
Yıldız evlerinin bahçelerine...
Sakıncalı bir düş benimkisi
Gerçek ötesi bir romanımdan alıp getirdiğim...

Uyandın mı ey oğul dedi, sesindeki garip tonla.

Uyanmıştı ama kan dolu katil dolu bir dünya idi uyandığı.

Bana edebiyat parçalamayı bırak da görevimden bahset dedi panter’e. Acele etmeli idi neticede kansız boşa geçen her an sevdiklerinden belki de sonsuza dek ayrı kalacağı anlamına geliyordu ve bunu aklına getirmek dahi istemiyordu. Neticede o daha hayatının baharındaydı ve 14 yaşında biri ölebilir miydi ?! Ne zaman ölse biri, doğmaktadır sevdikleri cümlesini tekrarlayarak sormuştu bu soruyu pantere. Fakat O’nu daha doğrusu sorusunu dinlemeyen Panter kurbanı hakkında bilgi vermeye başlamıştı bile:

Sürekli siyah giyinen, kanı çok seven, görünüm olarak Eric Draven ile dreami andıran yapıda, yanında sürekli olarak sadece onunla konuşan bir tilki ile karga bulunan; bundan ötürü de çocuklara masallar yazan meşhur fabl yazarının ismi ile hitap edilen biriydi. Bu seferki çok eğlenceli olacak diye düşündü Timur ve aklındaki diğer soruyu sormasına bilen gerek kalmadan cevabını aldı panterden: Evet, istediği kadar katil öldürebilirdi. Ve bu haber bıyıkları yeni terleyen bu gencin çok hoşuna gitmişti.Bay masalcının hangi barda olduğunu öğrenmiş ve elinde bayıltıcı silahla pusuya yatmıştı. Talihi açık olduğundan mıdır bilinmez saatlerce beklemesine fırsat bırakmadan masalcı kapıda görünmüştü. Yalnız kalana kadar bekledi ve felç eden ilaçlı oku kurbanının ensesine tek atışta sapladı. Bedeninden beklenmeyecek bir güçle masalcıyı geride yıkıntıları kalmış camiye götürdüğünde kimse onu görmemişti. Yıkılmasına rağmen mihrabı yerinde duran! Caminin karanlık bir köşesinde idi şimdi. Kurbanını önce ellerinden duvara çiviledi. Sonra da ayaklarını. Tuhaf geliyordu bu durum.İsa’nın çarmıha gerilmesi gibi birini camide çarmıha germek ve bu şekilde bir katliama girişmek. Katliamdı çünkü masalcının yanındaki hayvanları da__ki tilki ile karga değillerdi O’na yardımcı olan adamları idi__öldürmüştü. Güzel bir şekilde kurbanını sabitledikten sonra nefes alıp verişini kontrol etti. Evet, nefes alıyordu. Bu önemliydi çünkü acı çekmesini istiyordu, tıpkı katlettiği insanlar gibi O da acı çekecekti.

Bir hilal şeklinde dizmiş olduğu ve doğruca kurbanının topuklarına doğru ilerleyen benzin ile ıslattığı saman destesini yaktı. Alevler hızlı bir şekilde kurbanına doğru ilerlerken alevlerden ucunu yaktığı okları da masalcıya doğru atmaya başlamıştı. Ağzını diktiği masalcı alevlerin topuğunu yakarak yukarı doğru ilerlerken kabarcık kabarcık olan derisinin acısından çok yanan bir halde sağ baldırına, sol koluna, omuzlarına ve vücudunun onu öldürmeyecek yerlerine saplanan yanan okların acısının derdine düşmüştü. Yalvaran bir ifade ile Timur’a bakıyordu. Timur’sa kendinden geçmiş bir halde elindeki oklardan birini masalcının beynine diğerini de kalbine göndermişti bile. Şimdi olduğu yerden izliyordu eserini. Işıl ışıl aydınlatıyordu masalcının cesedi ve başka bir koku katıyordu Katiller Şehrinin kan kokusundan başka bir koku duyulmayan gökyüzüne.

Kapının çalan zili Timur’u ziyarete gelen anıları ait oldukları yere gönderdiğinde saat 19.03’tü... Artık anılarımda da yalnız kalamıyorum nedir bu sevecenlik anlamadım ki diye söylenerek kapıyı açtığında Timur’un yüzünde bir ölüdekinden daha az sayıda mimik vardı. Gelenler arkadaşları idi. Kordon’da çim bar gecesine davet ediyorlardı ayrıca kesin kararlılardı almadan gitmeyeceklerdi Timur’u. O ise anılarından gelen dehşet sahnesinin içerisinden kurtularak beynine kazınmış olan ağzı dikili kurbanının yalvaran gözlerinin derdine düşmüştü. Ne anlam ifade ediyordu bu durum ve ne anlatmak istiyordu? Sonra arkadaşlarına boş boş baktığını fark ederek Tamam dedi, Gidelim. Belki bu gecelik için olsa bile içimdeki sesleri susturabilirim diye düşünerek kabul etmişti bu teklifi. Yoldayken geri dönüşünü düşünmüştü istemsizce. Yine öldü diye morga kaldırılmış ve yine ailesinin doktorlarla görüşmesi sonucu çıkartılmıştı morgdan. Eve döndüğünde bir daha bu şekilde görgü tanıklarının çok olduğu bir yerde şifacılık özelliğini kullanmaması konusunda ailesinden fırça yemişti. Bu fırça üzerine “İyi de bu yeteneği kullanmayacaksam ne işe yarayacak ki” şeklindeki karşı sorusuna cevap alamayınca da “dediğim gibi olacak” diyerek yaptığı planı anlatmıştı. Buna göre: Bir şekilde de olsa ki nasıl olduğu hakkında bilgisi yoktu, müşkül durumda olanları buluyordu. Onlara ulaştığında da ailesine nerede olduğunu haber verecekti. Gerisi zaten kolaydı. Çünkü iyileştirme yeteneğiyle beraber 3 yeteneği olduğunu biliyordu. İşini kolaylaştıran diğer yeteneği ise istediklerinin hafızasını silebiliyordu. Bundan dolayı şifa seansını hastası ve yanında bulunduklarının hafızalarından silecek ailesi de onu alıp gidecekti. Sağlam bir plandı. Çarpan kapıların sesi ile gerçekliğe bir kez daha adım atmıştı. Arkadaşları hadi hocam geldik derken o ise yok siz gidin ben erketede kalacağım diye takılıyordu onlara. Alsancak İskelesini çaprazdan görecek şekilde çimlere konuşlanmışlardı. Alabildikleri kadar alkol alıp sonrasında Çorbacı Sebo’ya geçeceklerdi. Alkollü kafanın üstüne kelle paça da iyi gidiyordu doğrusu. Alkol damarlarında kandan daha fazla oranda dolaşmaya başladığında toplulukta çoktan vatan millet Sakarya hakkında görüşler bildiriliyordu. O ana kadar susan Timur yağmurlu havada topa kontrolsüzce kayarak giren futbolcu misali tartışmaya bodoslama dalmıştı: O’na göre olan biten her şey doğu Türkiye’nin batı Türkiye’ye göre 10 kat hızlı bir şekilde çoğalmasıydı. Tabii ki de tüm doğu bu ithamdan nasibini almış gibi görünürken benim dedi kastettiklerim kendilerine ayrımcılık yapıldığını söyleyen Diyarbakır, Şırnak, Hakkâri, Muş ve Tunceli’deki vatandaşlarımız. Bunlardan bazıları böcekler gibi ürüyor diyordu. Yapılması gereken şey 2 aşamalı olarak uygulanacaktı: İlk aşamada bu vatandaşlarımızın genetik kodlamalarının çözülmesi ve elde edilen sonuçlara göre öncelikli olarak kısır kalmalarına dolayısıyla da ürememelerine yol açacak bir biyolojik silah geliştirilerek nüfus artış hızları sonlandırılacaktı. İkinci aşamada ise bu biyolojik silah geliştirilerek sadece bu vatandaşların ölmesi sağlanacaktı. Evet, yıllardan beri sırtımızda kambur halde bekleyen Ermeni Soykırımı meselesine de cevap vermiş olacaktık. Yapmadığımız bir şey hakkında suçlanacağımıza yaptığımız bir şeyden ötürü suçlanmayı tercih ederiz diyebilecektik. Tabii bu itirafı yapabilmek için Sözde Katliam İddialarını kanıtlamaları gerekecekti. Bu acımasız bir çözümdü, masumların ölmesi demek oluyordu ama bizim ölen masumlarımız ve yanan değerlerimizi kim geri getirebilirdi. Neticede hayat acımasız bir öğretmendi ve bu öğretmenden olabilecek en az acı ile bilgileri öğrenmek gerekli idi. Ve Timur için bilgiye ulaşan her yol mübahtı. Susarak arkadaşlarına baktı; o kadar şaşırtmıştı ki onları halen daha bazıları Timur’un şaka yaptığını zannediyorlardı ve şaka bile olsa kantarın topuzu fazla kaçmıştı. Ama yanılıyorlardı ve bu fikir şaka değildi…

Evet, nerede kalmıştık dedi kısa bir duraksamadan sonra bu söylediklerim fazla uçuk geldiyse size şunu anlatayım deyip Erkin Koray’ın Mezarlık Gülleri adlı kitabının 175nci sayfasındaki hayalinden bahsetti: Hayal bu ya, T.C’miz Ben Kürt’üm diyenlerin Nüfusları ile Pasaportlarına çift yıldız koyuyordu ve bu şekilde kendilerini Türkiye’li olarak görmeyen vatandaşlarımıza hem içeri de hem de dışarıda kolaylık gösterileceği misal Belçika veya Almanya’ya İltica girişimlerinde Kürt oldukları algılanarak sorgu suale gerek kalmadan işlemlerinin tamamlanması kolaylığı getiriliyordu. Hem çift yıldız fena da durmazdı hani pasaportlar ve nüfuslar üzerinde; nev-i şahsına münhasır olarak apoletli bir hava verirdi. Ayrıca bu yıldızlar sayesinde yaz gelip de kimi tatil yörelerinin girişlerinde yapılan kimilerinde de hiç yapılmayan trafik kontrollerinde polisimiz bu vatandaşlarımız için gerekli yardımı göstererek onlar için Diyarbakır’ın Lice ilçesinde yaptırılan –fakat ne yazık ki orada olmayan adam sendromundan muzdarip bulunan– Olimpik ve onlara özel kaydıraklı havuza istedikleri gibi girebilecekleri ya da yeşil sarı kırmızı renklerle belediyenin onlar için özel olarak boyadığı tramplenden çivileme atlayabileceklerini nazikçe anlatıp geldikleri gibi gitmeleri gerektiğini hatırlatabilirdi. Bir de üstelik yüce devletimizin onların mutluluğu için oluşturdukları yapay ormanları yakarak bu vatandaş güruhumuz rahat rahat stres atabilirlerdi. Devletimizin sevgili yetkilileri de şu kadar dönüm ormanı kaybettik hadi onları 2/b arazi sınıflandırmasına alalım da ülkeye yatırım gelsin diye beyinlerini yorma derdine girmezlerdi dolayısıyla da Gelibolu kel bir kafa gibi görünmezdi.

Soluğu kesilen Timur kalan birasını bir dikişte bitirip karşısında beyni ambale halde bulunan arkadaşlarına bana müsaade, ben biraz dolaşacağım demiş ve sendeleyerek Limana doğru yola koyulmuştu. Fakat O yola koyulurken peşine takılan gölgeleri ne Timur ne de arkadaşları fark etmişti.Limana doğru giderken solda Grotesk bir heykel edasıyla dikilmiş olan köprü ayağının arkasına geçerek bir İhtiyaç Molası vermişti. İhtiyacını gördükten sonra Timur'un toparlanmasına bile fırsat bırakmayan 2 kişi onu kollarından tutmuştu. 3ncü bir ise tam cepheden üzerine doğru gelirken önce bir tekme savurmuştu Timur. Bu tekme hedef olarak karşısındakinin bir daha çocuğu olmamasını garantilemek için hayâları olmasına karşın saldırgana bir hizmette daha bulunmuş ve fazla büyük olan burnunu düzeltilmesi için kırmıştı. Ağzı yüzü kan içerisinde olan saldırgan burnundan kan ve sümükler akarken küfürler içerisinde ağzı bantla kapatılan Timur’a elindeki bıçağı saplamıştı. Timur hayatında ilk kez tattığı bir tatlı hakkında yorum yapan gurme edası ile olayı karşılamış ve tek bir soru geçmişti aklından:

Bu gün günlerden ne idi? Lakin acısı sağlıklı bir cevap vermesine engel oluyordu. Gözlerini kapamadan az önce beyninde uğuldayan melodiyi sözlere dökmüştü: Yeşildir artık yüreğinde kara bulut, Bugün anneler günü; Annem ! Beni unut !!!

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

BİR GÖLGE OLSANIZ; NEYİN GÖLGESİ OLUR, NEYİN ÜZERİNE DÜŞMEK İSTERDİNİZ?

Sorduğum tek soru bu idi. Binlerce kilometre, onlarca yıl sonra vardığımız gezegende karşılaştığımız yaşam formundan dudakları aralanmadan aldığım cevap: Kişisel olacak söylediklerim ve hatta hiç değerlendirmeye bile almayacaksınız diyeceklerimi. olmuş devamında da bende şok etkisi yaratan bir diyaloğa girmiştik bizden görünüş itibarı ile bir farkı olmayan aksine dünyanın kavurucu iklimine karşı oluşturmaya çabaladığımız korunaklı herhangi bir şehrinde kalabalığın arasına çok kolay karışabilecek görünüşe sahip yaşam formu ile. –konuşmayı yazıya dökerken kendime not> yaşam formu yerine bundan sonra Evrenin Bilinci demem daha doğru olacak sanırım.      Sizler, o mavi gezegende yaşayan akıllı varlıklar ki bazı hayvan formları siz insanoğlunun kimi örneklerinden daha akıllı durmaktalar; “ Dünya ” adını verdiğiniz o güzel gezegeni hak ettiğinizi düşünüyor musunuz? Kendisine yaptığınız tüm işkenceye rağmen halen daha size barınak olan Dünyayı hak edecek neler yapıyorsunuz?

Devil Cry

Dilim damağıma yapışmış bir halde uyanıyorum. Dışarısı aydınlık, gözüm saate takılıyor her zamanki gibi akreple yelkovan hareketsizler. Yataktan kalkıyorum aynanın önüne geçiyorum suretim bana ait değil. Pencereden bakıyorum tüm hayat olanca hızıyla devam ediyor. Öğrenciler okullarında, ebeveynleri evlerinde ya da işyerlerinde. Aşıklar parklarda, sahil boylarında veya bir sinemanın salonunda dışarıdaki boğucu havadan uzakta. Herkes, her şey tüm kâinat olması gerektiği yerde; ben hariç. Zihnim dalıp gidiyor, bu gezegene sürüldüğüm zamana. Oysa o zamana kadar ne kadar da kudretli idim. Ta ki O âdemoğlunu yaratana kadar…   Daha dün gibi; dünya denilen gezegen yaratılmış, yaşam tüm canlılığıyla çağlayan misali bu yeni gezegende çağıldıyorlardı. Bizler istediğimiz gibi cennetin küçük kopyası olan bu gezegene gelebiliyorduk. Sadece dilememiz yeterli oluyordu. İnsan denilen bir tür daha yaratılmıştı ama bizden farklı olduğu için cennette O’nun yakınında ve gözetiminde tutuluyorlardı. Bizleri

Kazanımlar kayıplara meydan vermemelidir

Belirsiz bir zaman dilimi. Ülke: Türkiye, Yer: Eski başkent Ankara’da bir tv kanalı ve o kanalda yayınlanan ve “enva-i akval” isimli bir tartışma programı. Konuklar: Harem ve selamlık düzende oturan insanlar ve rejimi onların yıkıcı hareketlerinden, fikirlerinden korumak amacıyla kurulmuş kolluk kuvvetleri. Programın sunumunu ve konukların yargılamasını ekranların en popüler siması abdûlmuttalîp hoca efendi (!) yapmakta. Abdûlmuttalîp hoca efendi aynı zamanda sık sık ağlamasıyla da meşhur bir zat. Peki, neler dile getirilmekte programda? Konuşulanlara kulak verelim isterseniz: — Günahkârların yıkılmamış son eserlerini yıkmak amacı ile ekibimle beraber kafirtepede dolanırken o uğursuz mekâna girdiğimi hatırlıyorum. Bunu neden yaptığımı bilemiyorum neticede bu işi yapabilecek robot srn6 varken hem kendimi hem de ekibimi tehlikeye atıyordum. Kafam karışık bir halde bende mi bir gariplik var yoksa bulunduğum yerde mi karar vermek zor diye dolanırken anlatacağım olaylar meydana geldi. As